Okumak Yalnızlıktır..

21 Eylül 2012 Cuma

İntihar: Kan Dökücü Tanrı

Al Alvarez'in intiharı her açıdan irdeleyen bir inceleme olan bu kitap, şair Sylvia Plath'ın trajik hayatı ile başlıyor ve daha o andan, hem üslubu hem de konuya hakimiyeti ile okuyucuyu etkisi altına alıyor. Plath'ın eşiyle ve çocuklarıyla yaşadığı problemler ve bunların edebi kariyerine olan etkisi, kendi psikolojisine olan etkisi, aralarda şairin şiirlerinden örnekler vererek anlatılmış. Özellikle ilk intihar girişimi ile ölümle sonuçlanan ikinci girişimi arasında yaşanan olaylar, kendini git gide ölümüne yaklaştıran sebepler ve ölmekten son anda vazgeçmiş olması ihtimali çok vurucu.
Yirmisinde kararlıydım ölmeye
Ve döndüm geri, geri, geri sana.
Kemiklerim aynı işi görür sanmıştım.
Sylvia Plath

İntiharın dünya tarihi içinde ne gibi evrelerden geçtiğini anlatan ikinci bölümde, Avrupa'nın intihara bakışındaki değişimi görüyoruz. Eski Roma'da bir nevi itibar vesilesi olan intihar, Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte başka bir boyuta geçer ve bütünüyle kötü karşılanır. Hatta intiharla ölenlerin, cenaze töreni yapmaları ve yas tutmaları bile yasaklanır. Bu durum Ortaçağ'da da katlanarak devam eder. Fransız Devrimi ve Aydınlanma ile konu tartışma açılır ve hukuki düzenlemeler yenilenir. Zamanla psikiyatrların, sosyologların biricik konusu haline gelir ve bilim dalı olarak görülmeye başlanır. Bu, intiharın kirli geçmişini temizler ve ona bir saygınlık kazandırır. Yazılanları kısaca böyle özetleyebiliriz.

Üçüncü bölüm yanlış bilinen doğrular ile başlıyor ve aslında bu kısım bana bir hayli şaşırtıcı geldi. Sanılanın aksine, intiharların sonbahar ve kış mevsimlerinde değil, baharda- doğa canlanırken- daha sık gerçekleşmesi, Romalıların intihara tiksintiyle ve korkuyla bakmaması gibi bilgiler... Sokrates'in, Freud'un konu hakkındaki sözleri, aforizmaları kitaba derinlik katmış diyebiliriz. Ayrıca çeşitli kuramlardan ve intihar duygusunun kişide nasıl oluştuğundan bahsedilmiş. Freud'un intiharı herkeste bulunan insani bir dürtü olduğunu belirten sözlerinin yanında, intiharın hayata tutunamamış insanların- melankoliklerin- bir yardım çığlığı olduğu görüşü de irdelenmiş

Dördüncü bölümün konu başlığı: İntihar ve Edebiyat. Bu kısmın edebiyatta intihar değil, yani edebi eserlerdeki karakterlerin intihar algısı değil, intihara meyilli edebiyat insanlarının hayatları ve bu konuyu ne gibi yansıttıkları üzerine olduğu bilgisi, bölümün başında verilmiş. Ardından Dante, John Donne, William Couper, Thomas Chatterton gibi şahsiyetlerin şiirlerinden ve aforizmalarından örnekler vererek, edebiyatın intihara yaklaşımının süreç içinde nasıl değiştiği, özellikle 20. yüzyıldan sonra intiharla hayatına son veren kişinin kahramanlaştırıldığı üzerinde durulmuş. Bu bölümde, dadaizm hakkında da geniş bilgi mevcut. Dadaizmin her şeyi yok sayan felsefesinin intiharı teşvik ettiği ve kendinden sonraki popüler akımlara, içinde barındırdığı özgürlük ve isyankarlık aşkıyla nasıl yol gösterdiği açıklanmış.

Kitap genel olarak intiharı her yönüyle bilmek isteyen herkes için çok faydalı. Hiçbir normal insan, intiharı her yönüyle bilmek istemeyeceğine göre, tüm anormallere selam olsun buradan. Ben keyifle okudum.

"Yıkma tutkusu aynı zamanda bir yaratma tutkusudur."- Mikhail Bakunin
"Farklılıklar değildi sorun, katlanılmaz benzerliklerdi."
"Yaşam oyunundaki küçük payda, belki hayatın kendisi riske sokulmazsa hayat çekiciliğini yitirebilir."- Freud
"Tam şizofren bir şekilde, ele güne karşı çektiği acıya sırtını dönüp onu yok sayabileceği halde, gerçekte mutlu olmadığını ama mutluymuş gibi davrandığını düşünürdüm. Ama belki de böyle yaparken mutsuzluğunu kontrol altında tutuyordu, çünkü onu yazabiliyordu, çünkü o yılgılardan dehşetli güzel bir şeyleri kurtardığını biliyordu. Buna dayanamayacağını anladığı an, son geldi."
"Hafifliğe gelemiyorsanız, eğlencelere katılmamalısınız."- Atasözü
"Ölüm kişinin kendi isteğiyle gerçekleşiyorsa bir protesto biçimidir."
"Eğer yaşam ölçüyü kaçırırsa, intihar makul ve haklı bir davranış haline gelir."
"İçsel baskı katlanılmaz olunca sorun biri kendini öldürmeli mi öldürmemeli mi değildir artık, bunun en büyük onur, yüreklilik ve güzellikte nasıl yapılacağıdır."
"İntihar anormal koşullara gösterilen normal bir tepkidir."
"Yaşama nedeni, aynı zamanda iyi bir ölüm nedenidir."- Camus
"Bir başkasını öldürmek istemeyen ya da en azından ölmüş olmasını dilemeyen hiç kimse kendini öldürmez."- Freud
"Yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarını dinle- son saatteki ölüm çırpınışlarına bak ve sonra, böyle başlayıp biten şeyin zevk verip vermediğini söyle."
"Yalnızca birtakım sıkıntı ve zorlukların böyle bir şeye yol açtığına inanmak isterdim. Ama eğer dürüst olmam gerekirse, geriye baktığımda hatırladığım tek şey bir yaşam biçimi oluşudur."

 

11 Eylül 2012 Salı

Hücre


Brooklyn'e Son Çıkış'ın da yazarı Hubert Selby Jr., Hücre ile, hapsedilmiş bir adamın yalnızlıktan ve anlaşılamamaktan doğan bunalımına, bilinçaltında yarattığı hastalıklı düşlere, insanlara ve inanılmaz olaylara dahil ediyor okuyucuyu. Yeraltı edebiyatının en sert- hatta rahatsız edici- haliyle, tüyleri diken diken eden bir dizi saçmalık(!) konudan konuya atlayarak ve kafa karıştırıcı bir anlatımla buluşmuş. Bir tecavüzün ardındaki sır perdesi ile haksız yere polis şiddetine maruz kalan bir adamın birbirine paralel ilerleyen öyküsü... Ve diğer yandan, tüm bunların aslında hücre hapsinin sebep olduğu halüsinasyonlardan ibaret olduğu şüphesi, kitap boyunca okuyucuyu tedirgin ediyor.

Yeraltı imajının hakkını fazlasıyla veren- hatta şuana kadar okuduklarımın içinde en çok veren- kitap olduğunu düşünüyorum Hücre'nin. Üstelik de bunu, tek bir ana karakter üzerinden anlatarak başarmış. Karakterin öfkesi hikayeye hakim durumda; ona haksızlık edenlere öfkeli, yakasını bir türlü bırakmayan geçmişe öfkeli, paslı aynasına her baktığında gözüne çarpan sivilceye öfkeli, kendini "evden kovulmuş kimsesiz bir çocuk gibi" hissediyor oluşuna öfkeli, mahkemede onu bir türlü doğru düzgün savunamayan avukatına öfkeli... Tüm dayanma gücünü de bu öfkeden alan, güçlü bir yapısı var ve her şeye rağmen, hakkını bir gün mutlaka arayabileceğine inanıyor. (Ya da inanmıyor.)

Eğer okumazsanız, çok da bir şey kaybetmezsiniz. Hatta psikolojinizin bozulmamasını istiyorsanız, bence okumayın.

"Giderek daha derinlere daldı kendi içinde ve nefretin ferahlatıcı gücüne sarıldı."
"Evet, ben tek başıma naçizane bir birey olabilirim ama içimde doğruluğun gücü var; doğruluk bayrağını ölüm kapılarına kadar taşımış onca insanın gücü."
"Bazen kendimi kimsesiz bir çocuk gibi hissediyorum. Evden çok uzaklarda."

17 Ağustos 2012 Cuma

Bu Salı

Kitabın yazarı Wolfgang Borchert, yirmili yaştakilere, bir insanın kendi düşüncelerini ifade etmesinin ne denli ağır bir bedel ödemek gerektirebileceğini anlatmak amacıyla yazmış. Borchert, İkinci Dünya Savaşı'nde Rus cephesinde savaşmış ve savaşın atmosferinden bir hayli etkilenmiş bir yazar. Hikayeleri, hep bu isyanı dile getirmeye, hep savaşanların masum taraflarını göstermeye yönelik birer başkaldırı niteliğinde. Zindanlarda, hapishanelerde geçen ömrü, yirmi altı yaşındayken son bulan Borchert, yazı yazmak için yalnızca iki sene zaman bulabilmiş. Nasyonal sosyalizme karşı olduğu herkesçe bilindiğinden, az vakti kaldığını kendisi de bilmekteydi ve bu sebepten, hızla- zamanla yarışırcasına- yazmış bir yazar... Onun savaşın hem sıcak hem de soğuk yüzünü, gencecik ve ne uğruna çarpıştığını bile bilmeyen, sıla hasretiyle, açlıkla mücadele eden askerleri, ölenlerin ardında kalan gözü yaşlı anneleri ve çocukları anlattığı, samimi öyküleriyle tanıyoruz.

Bu Salı, "Karda, Temiz Karda" ve "Ve Kimse Bilmiyor Nereye" adlı iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümün içinde de, genellikle kısa hikayeler yer alıyor. "Karda, Temiz Karda" isimli ilk bölümde, hikayeler bizzat savaşın içini, Rusya'nın dondurucu soğuğunda, karlar içinde nöbet tutan askerleri; öldürmek istemediği halde öldüren insanların içler acısı durumlarını, ustalıklı bir durum öykücülüğü havası içinde anlatıyor. Tekrarlamarla dolu, her kelimenin hakkını veren, sahici bir anlatımı var yazarın kitap boyunca. "Ve Kimse Bilmiyor Nereye"deki öykülerde, savaş biraz daha geri plana itilmiş ama etkisi yine de hissediliyor. Bu bölümde daha ziyade, savaştan kurtulan erlerin, çavuşların psikolojik bunalımları, babasını yitiren çocukların hali ve ülkenin harp sebebiyle yaşadığı genel kıtlık aktarılmış. Tüm bu yaşananların yanında, zevk içinde, dünyadan bihaber yaşayan orta sınıf ya da zengin kent insanlarının duyarsızlığı, kopuk yaşantısı, çok yerinde ve isabetli bir şekilde eleştirilmiş.

Özellikle yirmili yaşlarında olanları, Borchert'i okumaya ve anlamaya çalışmaya davet ediyorum.

"Sanki hayalettiler de teni kostüm seçmişlerdi kendilerine ve bir süre insancılık oynuyorlardı."
"Beyinleriyle alay için ve yüreklerine işkence olsun diye yaşam tarafından asılmışlar."
"Çünkü başka her şey savaş karşısında bir gevezeliktir sadece, çünkü hiçbir sözcük, hiçbir şiir ve hiçbir vezin yoktur onun için ve ona dayanacak, onun zincifre kırmızısı kükreyişinden dağılıp dökülmeyecek hiçbir şiir ve hiçbir oyun ve hiçbir psikolojik roman yoktur."
"Sona gelince, hayattaki bütün gerçek sonlar gibi: Yavan, sözsüz, çarpıcı."
"Beni asla yalnız bırakmayacaktın anne. Artık bir araya gelemeyiz. Dünyada gelemeyiz. Asla yapmayacaktın bunu. Hani tanımıyor değildin geceleri. Gecelerin ne olduğunu biliyordun. Ama beni çığlıklayıp attın işte içinden. Çığlıklayıp attın içinden ve gecelerle dolu bu dünyaya saldın. Ve o gün bugün her tıkırtı bir hayvandır gecede."
"Babam bana ihanet etti ve annem itip uzaklaştırdı beni kendinden. Beni yalnızlığa çığlıkladı. Öylesine korkunç bir yalnızlığa. Öylesine yalnızlığa. Şimdi uzun yol boyunca yürüyorum. Yol dünyanın dalgasından sallanıyor."



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kasabanın Sırrı

Robert Crichton'ın kaleme aldığı bu romanla, İtalya'daki Santa Vittoria Kasabası'nın masum olduğu kadar güçlü, daima işbirliği içindeki sade yaşantısına; üzüm bağlarında ve şarap tüccarlığı ile geçen ve bundan başka türlü bir hayatı düşünmeyen, köylü halkına dahil olacaksınız. Onların hasat zamanı, yüce bir görev duygusuyla gerçekleştirdiği gelenekleri- dansları, türlü oyunları, müzikleri- ile masumiyeti göreceksiniz. Ve bu masumiyetin, Nazi Almanyası'nın askerleri ile gölgelenişini... Çünkü Alman Yüzbaşı von Prum'un kasabaya geleceği endişesi, onları beraberlik gerektiren zorlu bir yola sürükler, şaraplarını kaybedecekleri endişesi, ölüm korkusunun bile ötesine geçer. Santa Vittoria halkı, gerekirse ölmeye hazırdır ancak şaraplarının muhakkak kendilerinde kalmasını sağlamak zorundadır çünkü şarap onlar için, hayatın diğer adıdır. Böylelikle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm halk, Almanlar kasabayı işgal etmeden evvel, gizli bir duvar örerek şarapların çok büyük bir kısmını gizlemeyi başarır. Ve her ne olursa olsun, bu sırrı açık etmeyeceklerine gizlice yemin ederler. Kasabanın başkanı İtalo Bombolini, halkın bu konudaki hassasiyetinden emin ama gelecekten endişeli bir halde, Almanların gelişini bekler, tüm halk ile birlikte.

Bu noktada hem Bombolini'den hem de Yüzbaşı von Prum'dan özel olarak bahsetmek istiyorum çünkü bu ikisi, hikayenin gidişatında ve aslında tüm anlatının temelinde, önemli karakterler. Bombolini, evvelden kendisini "soytarı" diye çağıran halkına karşı, en çok da kendine karşı, büyük bir zafer elde ederek başkan olmuş ve üstünlüğünü kabul ettirmiş bir halk kahramanı niteliği taşır. Çünkü, halkın o güne dek farkında bile olmadığı sorunları keşfedip çözen, eşitlikçi, hatta sosyalist özellikler taşıyan bir başkandır. Öyle ki halk ona "kaptan" lakabını uygun görmüştür. Yani, şarapların saklanması mevzusundaki sırrın, böylesine büyük bir kalabalık tarafından, en ufak bir şüphe uyandırmayacak şekilde gizlenebilmesi, Bombolini'nin verdiği güven duygusuyla yakından ilişkilidir. O Almanlara karşı kazanacağı zaferin kokusunu önceden almıştır. Diğer yandan, yüzbaşı von Prum'a gelince, o, Hitler'in kanlı kıyımlarına karşı duruşu ile dikkat çekmektedir. Santa Vittoria'yı, halka iyi davranarak, onların gönlünü kazanarak elde edeceğini ve böyle bir durumda İtalyan halkının şaraplarını zaten ona teslim edeceğine inanmaktadır. Bu yüzden, yanına on kişiden bile az bir ekip alarak, neredeyse temiz denebilecek duygularla ayak basar Santa Vittoria Kasabası'na. Bu yüzden olsa gerek, Bombolini ile von Prum, en baştan itibaren iyi anlaşırlar. Halk, şarapların sırrını açık etmez ve von Prum da halka güvenir. Ta ki, Alman yönetiminin kasaba hakkındaki araştırmaları, kasabada daha çok şarap olduğu gerçeğini açığa çıkarana kadar. İşte ondan sonra, halk ile von Prum arasındaki güven sarsılırken, olaylar da büyümeye başlar. Von Prum, "Kansız Zafer" adını verdiği planının artık işlemediğine inanmaya başlar.

Hikayede beni etkileyen şeylerden biri de, Hitler'in tutkusuyla von Prum'un "mahvettiği" işi düzeltmek üzere gelen Alman kuvvetlerinin, Santa Vittoria halkına yaptıklarıdır. Tanrının seçtiği düşünülen beş kişi, diline, ayak parmaklarına, cinsel organlarına teller bağlayarak elektrik verilmesi; çırılçıplak soyularak tırnaklarının çekilmesi gibi işkencelerden geçirilir. Ve en şaşırtıcı olan da, böylesine büyük bir acıya rağmen, halkın hala sırrı saklamadaki ısrarıdır. En sonunda von Prum, işkencenin de bir işe yaramadığını, halkın hala şarapların yerini söylemediğini görünce, bir kişiyi rehin olarak seçmeye ve eğer konuşmazsa, onu öldürmeye karar verir. "Kansız Zafer"den vazgeçeli çok olmuştur ve şimdi artık tek isteği, kendini haklı çıkarmak, aşağıladığı İtalyan halkına karşı üstünlük sağlamaktır. Bundan sonraki gelişmeler iyice karmaşık bir hal alır.


"İnsanlar büyük şeylerde kendilerini kandırmaya hazırdırlar ama ayrıntılarda ender olarak böyle davranırlar."
"Aptalları alkışlamak topluluğun huyudur."
"Akıllı lider, çıkarlarına zararlı olacağı zamanlar sözüne sadık kalmak zorunda değildir!"
"Bir çok konuda halkı kandırabilirsin ama, yalnız bir aptal halkı para konusunda kandırmaya kalkacak kadar aptallık edebilir."
"İyilik yapıldıktan sonra, kötülük yapılmadan önce anlaşılır.."
"O anda mutluydum. Neden olduğunu bilmiyorum ama, bu bazen bana hayatımın en mutlu anıymış gibi gelir. Başka zamanlar bunu en mutsuz anım olarak görürüm, çünkü bu beni kendimden belki de ebediyen kopardı."
"Bir gün aslan olarak yaşamak, yüz yıl kuzu olarak yaşamaktan iyidir."
"Herkes yumurtayla omlet yapabilir. Yumurtasız omlet yapmak için büyük insan olmak gerekir."
"Her insanı yağlamayla elde etmek mümkündür, hatta Tanrı'yı bile. (Zaten dua nedir ki?)"
"Yalan gerçeğe benzemek için inceden inceye işlenerek yaratılırdı ama, gerçek sadece kaba olduğu için iyi bir yalanın her zaman gerçekten daha iyi olacağını bilmesi gerekirdi."
"Bazı amaçlar için acının doğurduğu güçlük; sonunda kendi kendini yenilgiye uğratması, acıyı çeken insan tarafından hissedilse ve anlaşılsa bile artık ne vücudun ne de duyuların tepki gösteremeyeceği bir noktaya ulaşmasıdır."

Not: Kasabanın Sırrı, 1969 yılında filme alındı. Baş rollerinde, Anthony Quinn, Anna Magnani, Virna Lisi gibi isimler oynadı. Filmi izlemediğim için hakkında yorum yapamayacağım.


7 Ağustos 2012 Salı

Yalnızlığa Övgü Üzerine

Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
Özdemir Asaf

Gecenin bir vakti, Özdemir Asaf''ın Yalnızlık Paylaşılmaz isimli kitabını kurcalarken, bu şiirle mest oldum ve paylaşmak istedim. Mutluluk ile yalnızlığın, içe içe geçmiş, şahane bir tasviri bu şiir. Şair yalnızlığa methiyeler düzerken, mutluluğun insan hayatında hep uçucu, geçici ve asla yalnızlık kadar önemli olamayacağını çünkü "bencil" bir duygu olduğunu anlatmış. Öyledir gerçekten de. Mutluluğa alışan biri- ya da mutlu olduğunu sanan biri- yalnız kendi keyfini düşünür. Bu bağlamda, "mutluluğun kedisi doğurmaz" tabiri çok şık ve yerinde olmuş. "İç içe geçmiş" bir anlatım dedim ya, baştan beri hissettirilen bu duygu, son kıtada daha bir belirgin: Mutluluğun sona erdiği noktada, yine yalnızlık ile baş başa kalacağımız ve her ikisinin de bir gün gelip tükeneceği duygusu... Ama tükenmişliklerinin arasında küçük bir fark var: Mutluluk, toprağın altında, hiç kimselere gözükmezken; yalnızlık tükense bile, gözler önünde...
Özellikle kelime oyunlarından hoşlanıyorsanız, Özdemir Asaf'ı tavsiye ederim, şiirlerinin farklı bir lezzeti var.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Tehlikeli Düşünceler

Laurent Lelouch'un ilginç ama diğer yandan da eksikliklerle dolu bir tarzı var bence. Kitap, düşünceleri okuyabilen Nathan'ın çocukluğundan itibaren yaşadığı sıradışı serüvenin içine dahil ediyor okuyucuyu. Fakat Nathan'ın yaşadıkları, gerçekçilikten bir hayli uzak; bu uzaklık yazarın hayalgücüyle ve kurgu yeteneğiyle harmanlanınca, aslında epey keyifli oluyor. Yine de olay örgüsünü, takip edilmesini güçleştirecek derecede hızlı buldum ben. Ve bu denli "tarih" kokan bir kitabın, o dönemin siyasi yapılanmasıyla, toplumuyla alakalı daha çok bilgi içermesi gerektiği kanaatindeyim. Okuyucunun, zaten her şeyi bildiğini varsayarak yazmak doğru mudur? Bir romanın alt metnindeki gerçek kişileri ve olayları, okuyucu mu araştırmalıdır; yoksa bu da yazarın görevi midir? Bunlar ayrı bir tartışma konusu. Gelelim hikaye hakkında konuşmaya...

Nathan'ın gizli yeteneği, ailesi tarafından, henüz çocukken keşfedilir ve ailesi, onun psikolojik olarak hasta olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini düşünür. Böylece onu, Freud'un yanına yollar. Böylece ailesinden ve köyünden ayrılan Yahudi Nathan; uzun soluklu bir yolculuğun içinde bulur kendini. Freud ile görüşmelerinde, düşünceleri okuyabilmesinin kesin tedavisini bulamaz elbette. Freud ondan, çocukluğuyla, cinsel deneyimleriyle ilgili konuşmasını ister ve bu, Nathan için gereksizdir. Freud'un yanından kaçar. Berlin'de, yeteneği sayesinde sihirbazlık yaparak para kazanır. Ününün tüm Almanya'ya yayılmasının bedelini ise ağır öder. Hitler'le görüştürülür ve onun düşüncelerini okuması istenilir kendisinden. Bu esnada gerçekleri söylediği için, Hitler kendisinin kulağını keser. Yahudi olduğu anlaşılınca işkencelerden geçirilir. Nathan, buradan da kurtulur ve aşık olduğu, dilsiz bir kızla beraber, bu kez Suriye'ye kaçar. Yeteneği orada da siyasiler tarafından kullanılır. Kudüs'te Mossad ajanlığı yapar. Ve en sonunda kendini New York'da, tanımadığı insanlara kendini anlatırken bulur.

-Çocukluğumun, unutulmaktan kurtarılmış bir yığın anı olduğu şu noktada, kendi kendime sormaktayım: hiç yaşandı mı bütün bunlar? Yoksa bir çılgınlık nöbetinin ürünü müydü hepsi?
-Bir robot gibi yaşadım, hiçbir şeyden zevk almadan. Gösteri yavaş ilerliyordu. Kafam normal çalışıyordu da yüreğim bunu anlamıyordu.
-Herkesi ayrı ayrı mutlu etmem için, benim tümüyle ortadan kalkmam yerinde olurdu.
-Gözkapaklarım kapalı mı ya da gözlerimi iri iri açmış mıyım onu bile bilmiyordum. Hiçbir şeyin bilincinde değildim. Yaşıyor muydum, ölmüş müydüm? İki tarafı da idare ediyordum.

3 Temmuz 2012 Salı

Çehov'dan Seçme Öyküler

Epsilon Yayınları'ndan çıkan bu kitapta Çehov'un, Kara Keşiş, Asma Katlı Ev, Köylüler, Böğürtlen ve Oyuncak Köpekli Kadın adlı hikayeleri yer alıyor. Genel itibariyle, kırsal hayatı, şehirli insanın kırsala duyduğu özlemi anlatıyor, kendiyle çatışan ve kararsız karakterleriyle dikkat çekiyor öyküler. Ve tabii, durum öykücülüğünün tüm özelliklerini de görmek mümkün.

Kara Keşiş, bana kalırsa, en çok Rus sözlü edebiyatına dair örnekleriyle, öykü içine yedirerek verdiği bilgilerle öne çıkıyor. Aşka ve kadınların genel sorunlarına yüzeysel olarak değindiği için biraz eksik olduğunu düşündüm anlatılanların. Sonundaki ölüm hadisesi, öyle ani, öyle birdenbire gerçekleşiyor ki, okuyucunun durumu anlamlandırması ve sindirmesi zor oluyor. Yine de sırf şu sözler için bile okunmaya değer: "Bilginler, dehanın delilikle ittifak içinde olduğunu söylüyorlar şimdilerde. Sadece sıradan insanlar, yani sürü, iyi ve normaldir."

Asma Katlı Ev, hüzünlü bir aşk hikayesi. Tembel olduğunu ve sürekli dinlenmekten başka yapacak hiçbir işi olmadığını düşünen bir ressamın aşkı anlatılıyor. Bir yandan da işsizliğin, kayda değer bir şey yapmamanın, aslında insana iyi geldiği, gerçekte "çalışmak" adı altında insanoğlunun kendini harap ettiği ve tüm bunların bir sistemin parçası olduğu görüşü hakim hikayeye. Tembelliğin felsefesi yapılmış, diyebilirim.

Köylüler, hastalandığı için bir süreliğine eşini ve çocuklarını alıp köyüne dönen bir adamın ve köyde yaşanan olayların hikayesi. Yoksulluk ve bu yoksulluğun içindeki insanların hristiyanlığa olan güçlü inancı ve aşk konuları, yalın bir anlatımla aktarılmış.

Böğürtlen, Ivan Ivaniç adlı karakterin kardeşi hakkındaki konuşmasından oluşuyor büyük oranda. Kardeşi, açlık ve fakirlikle uğraşırken zengin olmayı kafasına koyar ve bu uğurda da en büyük hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Girdiği işlerden kazandığı tüm parayı bankaya yatırır, neredeyse hiç para harcamadan hepsini biriktirir. Çiftliğinde bulunmasını istediği en mühim şey, böğürtlen çalılığıdır. Böğürtlene karşı büyük bir sevgi duymaktadır. En sonunda, tam da istediği gibi bir çiftliğe kavuşur. Ivan Ivaniç, kardeşinin çiftliğini ziyaret ettiğinde yaşadıklarını ve hissettiklerini uzun uzadıya anlatır. Hikayede, insanın özgürleşmesi ile doğaya dönmesi arasında ve mutsuzluk ile mutluluk arasında bir bağlantı kurulur.

Oyuncak Köpekli Kadın'ı en sevdiğim aşk hikayelerinden biri olarak zihnime kaydettim. Gomov, bir akşam dolaşırken, elinde köpeği olan, şapkalı, şehirli bir kadın görür ve ondan çok etkilenir, tanışmak ister. Zaman içinde tanışırlar. Kadın da Gomov'u sevmeye başlar. Ancak ikisi de evlidir. Üstelik kadın, Gomov'dan uzak bir şehirde yaşamaktadır ve Gomov'un bulunduğu şehre seyrek aralıklarla gelmektedir. Uzun süreli ayrılıklar, acı ve özlem duygusunu tatmalarına neden olur. Bir yandan da eşlerini aldattıkları için vicdan azabı çekmektedirler. En sonunda, üzülerek de olsa, ayrılmak mecburiyetinde kalırlar. Çünkü şartları değiştirmenin imkanı yoktur.

Kitaptan bazı bir şeyler:
"Bir insan entelektüel ve moral gelişmesinde ne kadar yükselmişse o kadar özgürdür. Yaşamın kendisine sunduğu zevkler o kadar büyüktür."
"İnsan bir misyonu olduğunu bir kere anladıktan sonra ancak dinle, hizmetle, sanatla tatmin olur, öyle boş şeylerle değil."
"İnsanın iki metre toprağa değil, bir çiftliğe değil, dünyanın tümüne, özgür ruhunun bütün niteliklerini özgürce gösterebileceği tüm doğaya ihtiyacı vardır."
"Her mutlu insanın kapısında elinde çekiçli biri olmalı, ona mutsuzların da olduğunu, ne kadar mutlu olursa olsun, yaşamın er geç pençelerini göstereceğini ve başına hastalık, yoksulluk, kayıp gibi bir talihsizlik geleceğini, şimdi nasıl o başkalarını görmeyip duymuyorsa, başkalarının da onu göremeyeceğini ve duymayacağını hatırlatmalıdır."
"Mutluluk yoktur ve olmamalıdır; yaşamda bir anlam veya amaç varsa, bunlar bizim küçük mutluluklarımızda değil, mantıklı ve büyük şeylerdedir. İyilik yapın!"


21 Haziran 2012 Perşembe

Martin Eden

Jack London'ın belli bir şöhreti yakaladıktan sonra kaleme aldığı bu roman, bir deniz işçisi olan Martin Eden'in (yani aslında Jack London'ın) yazarlığa uzanan serüvenini anlatıyor. Martin Eden, uyku saatlerini bile hesap ederek, çok yoğun bir tempoyla ve hiçbir konuyu es geçmeden her şey hakkında bilgi sahibi olmaya uğraşarak çalışır. Ona bu azmi ve şevki veren, biricik aşkı Ruth Morse, burjuva ahlakının kurallarıyla yaşayan, zengin bir kızdır. Ve Martin, Ruth'a layık olmak için, onun çevresindeki zengin ve kültürlü erkeklerle yarışır. Çalışmaları ilerledikçe, kendini en çok edebiyata yakın bulur ve okuduklarının da etkisiyle şiirler ve en çok da denemeler yazmaya kalkar. Bunları, çeşitli dergilere ısrarla göndermesine rağmen, bir türlü olumlu yanıt alamaz. Tüm bunları yaparken, bir yandan açlıkla ve fakirlikle boğuşmakta, hiç gönlü olmamasına rağmen ufak tefek işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır. Ama tüm bunlar, Ruth için yeterli olmaz. O daima, kendi babası gibi ve çevresindeki diğer "güçlü" erkekler gibi, Martin'in de düzenli ve iyi gelir getiren bir işi olmasını ister ve bunu da Martin'e söyler. Martin, içindeki yazma aşkını ve kendine olan güvenini hiçkimseye ispat edemez. Zaten gönderdiği dergilerden ısrarla red cevabı geldiği sürece, yazdıklarının değerli olduğunu ispat etmesi de epey zordur. Sonunda Ruth, ailesinin etkisinde kalarak Martin'den ayrılır. Aynı gün, Martin'in en iyi dostu da dünyaya gözlerini yummuştur. O günden sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Martin, hayata ve kendine olan inancını bütünüyle yitirmiş, çalışmaktan da vazgeçmiş bir halde avarelik yaptığı sıralarda, bir öyküsü yayımlanır. Ve zamanla eskiden yazdığı tüm şiirler ve denemeler de yoğun ilgi görerek yayımlanmaya başlar. Martin hem istediği şöhrete kavuşmuş hem de kendini ispatlamıştır ama bu sefer de benliği tüm yaşadıklarından dolayı öyle yorgun düşmüştür ki hiçbir şeye sevinemez hale gelmiştir. Çevresindeki insanların, bir zamanlar gıpta ile baktığı burjuva toplumunun en bayağı özelliklerini fark etmiştir. Bu da onda büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Çok ünlü olmasına ve çok para kazanmasına rağmen, yeniden deniz işçiliğine döner. Ve denizdeki seyahatinde okuduğu bir şiirden etkilenerek, intihar eder.

Kitabın bazı bölümleri can sıkıcı olacak kadar uzun geldi bana. Özellikle yarısından sonra hareketlenmeye ve okuru kendine çekmeye başlıyor. Beni en çok etkileyen Martin'in yenilmeyen, hiç azalmayan azmi oldu. Gerçek bir çalışma gücüydü anlatılan ve ancak bu kadar vurucu anlatılabilirdi. Sonu ise, epey üzücü ve düşündürücü. Bir insanın, deli gibi hayal ettiği bir şeyi, elde ettikten sonra ondan vazgeçmesi ve aslında yanlış şeyin peşinden koştuğu hissine kapılması, büyük talihsizlik.

"Cinsiyetler ortaya çıkalı beri, bütün asırlar boyunca kadınlar en iyi gözleriyle konuşmuşlardır."
"Çalar saatin ötüşü müdür insanı uyandıran, yoksa bilinçaltı mıdır insanı saatin çalgısıyla buluşturan?"
"Aristokratların üzerine sahtelik dolu övgüler dizdiği, rahatça atış yaptığı haldir yoksulluk."
"Birçok şeyler yapabilecek olduğu halde, yapmakta bir değer görmeyen ve içinden, her an bunları yapamadığına bir pişmanlık duyan; gizli gizli, bunu yapmakta elde edeceği kazanca dudak bükmüş olan, ama yine de gizliden gizliye, elde edecek olduğu kazancı, bir şey yapmanın sevincini özleyen bir adam."
"Ayrılıklar insan ruhunda bıraktığı acıyla anılır. Bu acı, ruhların şekillenmesinden hayat görüşünün değişmesine; hatta insanın kendini yenilemesine neden olur."
"Hayat, bir falso ve utançtan ibarettir."

2 Haziran 2012 Cumartesi

İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme

Cezmi Ersöz'ün İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme isimli hikaye kitabı, içinde yirmi tane kısa hikaye barındıran, hayatın acı ve tatlı taraflarını aynı anda iletmeyi başaran ve genellikle ezilenin, vazgeçenin, kendini ifade edemeyenin içindeki karanlık dehlize inen, çok yönlü bir eser. Çok yönlü deme sebebim; siyasi gerçeklere, genel ahlaka, Türkiye'nin içinden geçtiği sancılı darbe dönemlerine dikkat çekerken, diğer yandan, aşka, şehir insanının yalnızlığına, aydınlığı savunanların itilişine, sıradan halkın taleplerine de yer veriyor olması. Üstelik de bunu, okuyucuyu hiç zorlamayan, "çocuksu" bir dille yapmış Cezmi Ersöz. Cezmi Ersöz'ün diğer kitaplarında yer alan, bazen insanın içini ısıtan bazen de "bu kadarı da abartılı" dedirten o bildik romantizm, bu kitapta da mevcut ancak dozu azaltılmış- bana kalırsa- iyi ayarlanmış olarak. Şimdi bazı öykülere şöyle bir göz atalım...

Yazamayan Yazar: Bu öykü, yazıyla az çok ilgilenmiş her insanın hoşuna gidecek bir konuyu ele alıyor. Bir yazarın, yazamayışı, tıkanması, hayal dünyasından geçenleri ifade etmekte zorlanması ve bu durumun psikolojisinde yarattığı gelgitli duygular... Başta "ya bir daha hiç yazamazsam?" paniği yaşayan yazar, zamanla bu duruma alışıyor ve hatta kendi deyimiyle "bundan garip bir haz" almaya başlıyor. Çünkü yazamadığı her konu, zihninde büyüdükçe, özgürleştiğini, değiştiğini ve yazma konusunda tecrübelendiği hissediyor. Yani güçlendiğini düşünüyor. Öykünün son cümlesi ise okuru yerle bir ediyor: "Ruhumu ateşe veren yazmak değildi, o bir türlü yazamadığımdı."

Düşülke...: Buram buram sosyalizm kokan bir anlatı... Hikayenin kahramanı, bir işi düştüğü için girdiği dükkan, ağzı açık, metal bir delik keşfediyor. Merakla içine giriyor. Girmesiyle birlikte şaşkınlıktan dili tutuluyor, çünkü aşağıda, o gizli kapağın altında, yepyeni, bambaşka bir ülke, muhteşem bir düzen kurulu. Sayfalar ilerledikçe bu düzenin sosyalizm olduğunu anlamak güç değil. Düşülkenin duvarlarında "Herkesin yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre!" "İnsanlar eşit doğar ve eşit yaşarlar!" "Mülkiyet hırsızlıktır!" gibi sloganlar yer alıyor. Kahramanımız, burada biraz gezindikten sonra, bir adama yaklaşıyor ve buraya hayran kaldığını söyleyip nasıl böyle bir düzeni kurabildiklerini soruyor. Adam, dünyada ezildiklerinden, hep hor görüldüklerinden ve mutlu olamadıklarından yakınarak eğer kendisinin de bu düşülkede yaşamak istiyorsa, tüm sıfatlarından, okumuşluğundan vazgeçmesi gerektiğini söylüyor. Ama kahramanımız, henüz sahip olduğu her şeyden vazgeçmeye, bu düşülkede yaşamaya hazır değil.


Çıplak: Cezmi Ersöz'ün bizzat kendisini anlatması bakımından önemli gördüm bu öyküyü. (Gerçi kitabın içindeki aşağı yukarı tüm öykülerde öyle bir hava sezdirilmiş.) Bütünüyle yalnız bir adam anlatılmış. Aydın, ilerici kişiliğine rağmen, aydınların arasında kendini yabancı hisseden ve onları samimiyetsiz bulan; buna karşın "halktan" dediği insanların da pis taraflarından iğrenen ve tabii onların da arasında kabul görmeyen bir adam... Bir türlü nereye ait olduğuna karar veremediği için, hayatı boyunca tökezlemiş, gerektiğinde çamurun en dibine saplanmış, gerektiğinde ise tüm insanların sahip olabileceği sıradan başarılarla kendini avutmuş- avutabilmiş- biri... Ruh dünyasını en detaylı ayrıntılarıyla okuyor ve bu adama karşı gizli bir sempati besliyoruz, belki de acıma duygusuyla, belki de onda kendimizi gördüğümüz için (Kişisel yorumumdur.) Sonu ise: "Türkiyeli bir solcuydu o... Adı Cezmi Ersöz'dü..." cümlesiyle bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze.

Camları Siyaha Boyalı Pavyon: Siyahı kötülüğün rengi olarak tanımlıyor adam. Görür görmez pavyon olduğunu da anlıyor, daha önce hiç gitmediği için de merakını cezbediyor. İçeri giriyor. Garsonlar, pavyon kadınları, hepsi anlıyor o adamın "öyle yerler"e gelen bir adam olmadığını ve dikkatle süzüyorlar onu. Adam ise kendi halinde, kendi iç hesaplaşmasıyla meşgul, eskiden iyi bir insan olduğunu, şimdi ise git gide karanlığa gömüldüğünden yakınıyor. Belki de pavyonda oluşu böyle hissettiriyor ona, sıkıntılarını ikiye katlıyor. Derken, onca kirli yüzlü insanın arasında, neşeyle koşup oynayan bir kız çocuğu görüyor. Onun masum yüzünü, çocuksu hareketlerini keyifle izliyor ve çok şaşırıyor böyle bir yerde olmasını. Yakıştıramıyor bir çocuğu, o karanlık dünyaya. Çok zaman geçmeden, çocuğun, pavyon şarkıcısının kızı olduğu ve o günün kızın doğum günü olduğu anlaşılıyor. Kesilen pastadan adama da ikram ediyor garson ve pastayı verirken: "Sen bizim Tanrı misafirimizsin bu gece." diyor. İşte o an anlıyor adam, karanlığın içinde, aslında aydınlık, temiz yürekli insanların da bulunabileceğini, tıpkı o kız çocuğu gibi. Sonra sisteme, kendi gibi olanlara, görünüşe aldanan herkese delicesine öfkeleniyor.

"Suçtur Çocuğun Olmak...": Bir kadın ile bir erkeğin diyaloglarından oluşan bu hikaye, aşkı çoktan tüketmiş, farklı arayışlara girmiş ve ondan bir kazanç elde edememiş, istediklerini yapacak gücü kendinde bulamamış bir çiftin sohbetini okutuyor bizlere. İkisi de ihanet etmiş, ikisi de aldatılmanın tadını almış, ikisi de yitik bir halde... Ne yapacaklarını, nasıl tüm hayatlarını yoluna sokabileceklerini, dahası, bunun bu saatten sonra mümkün olup olmadığını tartışıyorlar. Altı çizilecek güzellikte cümleler içeren bir yazı.

Sen Bana Daha Az Zarar Verirsin: Kitap ismini işte bu hikayeden alıyor. Bir yazar- muhtemelen Cezmi Ersöz'ün kendisi yine- yolda, yorgun, sefil görünüşlü zenci bir kadınla karşılaşıyor. Kadın ondan, kendisini eve götürmesini, kalacak yeri olmadığını söylüyor. Bu kadın, daha ilk bakışta, yazarı etkiliyor, ona eski aşklarını, yıllar boyu hayatından geçmiş tüm kadınların hissettiği acıları ve sevinçleri, hatırlatıyor. Zenci kadının gözlerinde, adeta geçmişini görüyor. Bunun da etkisiyle, ve tabii kadına da gerçekten acıdığı için, onu evine götürüyor. Ona yiyecek bir şeyler getirdiğinde ve yatağını kendi yatağından ayrı serdiğinde, kadın şaşkınlık içinde kalıyor ve şu cümleler dökülüyor öfkeli dudaklarından: "Gir içime, ama sigara söndürme oramda, duyarlı yazarsın ya sen de içime gir, hadi.." Bu esnada kıyafetlerini de çıkarıyor. Ve yazar, kadının bacaklarında, kasıklarında sigara izleri görüyor. Bunu gördüğünde, insanlara olan öfkesi daha da büyüyor. Onu yatağına yatırıyor ve öpüyor. Ertesi sabah uyandığında, kadın çoktan gitmiş oluyor.

-Tüm kitaptan bazı bir şeyler-
"Ne denli özgür, mutlu ve kendim olduğumu sansam da, yalnızlığımın ağrısını ve bir çığlık gibi kanayışını engelleyemiyordum bir türlü."
"Selam olsun vazgeçmişlere, selam olsun sevdalı insanlara."
"Bir yabancı, bir vazgeçmiş, bir amaçsızsan; üstelik kimsenin rakibi değil ve kimseyi yargılamıyorsan bundan büyük bir suç mu olurdu!.."
"Anladım ki, neden yana, neye karşı olursa olsun her aile, her ilişki, her arkadaş grubu kendi burjuvalarını, proleterlerini, kendi soylularını, kölelerini oracıkta, hiç konuşmadan, garip ve sessiz bir anlaşmayla hemencecik yaratıveriyordu."
"Hem herkesin özendiği, genelgeçer bir başarının lekeli, kuşkulu duygusundan uzak kalacak, hem de istenmiş bir başarısızlığın kırgın, hüzünlü, ama sıradışı öfkesini yudum yudum tadacaktı."
"Seyrediyorum kendimi başkalarıyla sevişirken. Ne kadar alçalabilirim, ne kadar düşebilirim, diye merakla bakıyorum kendime... Hayretler içinde bırakıyorum kendimi. Kirlendikçe, değersizleştikçe umudum azalıyor, ama ne garip ki cesaretim artıyor. Sonu neresiyse oraya gitmek istiyorum. Ne yapsam, ne kadar alçalsam bile, sen hiç, ama hiç aklımdan çıkmıyorsun."
"Hep böyle yalnızlık özlemiyle, yalnızlık korkusu arasında gider gelirim."

"Artık kaybettikçe daha çok seviyordum kendimi; beni ben yapan özgün ve farklı yanlarım, kaybettikçe daha çok ortaya çıkıyordu artık..."
"Küçük umut kıvılcımlarını bilirsiniz, zamanla öylesine büyür, insanı hiç tahmin edemediği duygulara sürükler, ama kaybolurken öylesine acı verirler ki..."

27 Mayıs 2012 Pazar

Bahara Kadar Bekle, Bandini

John Fante'nin bu romanıyla, Amerika'da yaşayan İtalyan, Katolik Bandini ailesinin bir yandan fakirlikle boğuştuğu bir yandan da hayatın akışı içinde yakaladıkları küçük mutluluklarla avunduğu hayatını okuyoruz. Duvarcı ustası olan Svevo Bandini, yoğun kar yağışıyla geçen kıştan dolayı işsiz, üç oğlunun ihtiyaçlarına yetemediği için mutsuz, karısı Maria'nın ise her şeyi hoşgören, dindar kişiliğinden bıkmış bir haldedir. Evde yaşananlardan kopuk, zengin bir hayatın düşü içindedir sürekli. Maria'nın annesinin onları ziyarete geleceği haberini alınca evi terk eder çünkü ondan nefret etmektedir, aslında bu biraz da bahanedir. Svevo Bandini'nin gidişiyle geride kalanlar çok zor günler yaşar. Maria Bandini, elinde tesbihi, pencerenin önünde dua ederek günlerce bekler, zaman içinde çocuklarıyla ilgilenecek hali de kalmayan Maria, kocasının onu aldattığından emin, hastalıklı bir hal alır. Bu arada büyük oğlu Arturo Bandini aynı sınıfta okuduğu Rosa'ya platonik olarak aşık olmuştur ve bu aşk hızla onun içinde büyürken, fakirliğinden ve annesinin cahilliğinden utanan Arturo, Rosa'yı kendine yakıştıramaz ve bir türlü onu sevdiğini söyleyemez. Sonraları Rosa'nın acı bir şekilde ortadan kayboluşu üzerine, Arturo için acıklı günler başlar ve onun ölüm haberiyle yıkılır. Bu esnada, Svevo Bandini eve döner. Ancak Maria o denli kızgındır ki Svevo'yu kovar. Svevo'nun kovuluşuyla birlikte, evi terk ettiği andan itibaren başından geçenler anlatılır. Svevo, semtin zengin ve dul kadını Bayan Hildegarde'nin evinde kalmış, onun işlerini hallederek para kazanmıştır ancak zaman içinde yakınlaşmışlar ve aşık olmuşlardır. Svevo için çok huzursuz bir aşktır bu. Bayan Hildegarde'ın kültürlü ve zengin oluşu Svevo'nun kendisini git gide kötü hissetmesine, aşağılık bulmasına yol açmıştır. Baharın gelişiyle birlikte, Arturo babasından eve geri dönmesini ister, Maria'nın kızgınlığının geçtiğini söyler. Ve Svevo Bandini, fakir hayatına geri döner.

Yalın bir dille ve akıcı bir üslupla yazılmış kitap. Katolik öğretisi, düşündürücü bir şekilde işlenmiş. Özellikle Maria'nın ve çocukların günah kavramıyla ilgili huzursuzluğu çok açık. Kendi adıma, büyük bir heyecanla okuduğumu söyleyemem ama "iyi" bir roman.

"Hep hastaydı, ama belirti göstermeyen türden bir hastalıktı onunki; kansız ve yarasız, acı sadece."
"Ah, Amerika, çocukların birbirlerinin gırtlağını kesip kana susamış canavarlar gibi can verecekler!"
"Her seferinde ait olmadığı bir evdi orası, heyecan verici ve ulaşılmaz."
"İki yabancıydılar, farklılıklarının uçurumunu aşmalarını sağlayan tek köprü tutkuydu."
"O orada olmayacaktı, ama gerekmiyordu orada olmak, çünkü bu bir anı olmuş olacaktı zaten. Ölmüş olacaktı, ama hayatta olanlar bilinmez olmayacaklardı onun için, çünkü bir kez daha gerçekleşecekti bu, henüz yaşanmamış bir hayattan edinilmiş bir anı."

22 Mayıs 2012 Salı

Yeraltı Sakinleri

Jack Kerouac'ın yeraltı edebiyatına kazandırdığı, aşkın belki de en güzel hallerinin anlatıldığı, dostluğa dokunan, alkolün ve uyuşturucunun yorgunluğunda yazılmış, hüzünlü bir roman. İlk sayfada da belirtildiği gibi "asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkarların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların..." dili, sesi olmayı hakkıyla başarmış bir kitap. Daha ilk sayfalardan okuyucuyu kendine bağlayan, sürükleyici, sade bir dille yazılmış. Betimlemeler- kimi zaman çok romantik olsa da- yerli yerinde, kısa ve öz. Bir solukta, heyecanla okuduğum bu hikaye hakkında yazmak ise, benim için ayrı bir keyif.

Leo (aslında yazarın kendisini ifade ediyor bu isim) başarılı romanlar üretmiş, popüler, kendini kanıtlamış bir yazar. Alkolden, uyuşturucudan, edebi sohbetlerden, bebop dinlemekten hoşlanan bir yeraltı sakini... Tüm diğer arkadaşlarıyla birlikte partilerde, barlarda, yollarda sabahlayan ve aklına estiğini, aklına estiği anda yapan, biraz da nevrotik bir kişilik. Çok sayıda kadınla birlikte olan ve hiçbirine bağlanmayan, özgür ruhlu... Bir gece arkadaşıyla yürürken, her zaman vakit geçirdiği barın önünde duran bir arabaya yaslanmış, ufak tefek, zenci bir kadın görmesiyle, tüm dünyası değişiyor. (bu noktada ufak bir eleştri: romanda pek çok karakterin ismi geçiyor ama neredeyse hiçbiri hakkında betimleme yok, bunlar belki hikayenin gidişatı için önem arz etmeyen kişiler olduğundan, açıklanma gereği duyulmamış olabilir, ama ben eksikliğini hissettim.) İsmi Mardou olan bu zenci kadın, daha ilk görüşte Leo'yu çok etkiliyor ve onunla yakınlaşmak istiyor. Şansı yaver gidiyor, Mardou'yu zaten tanıyan bir arkadaşının aracılığıyla, tanışıyorlar. Muhteşem bir aşk başlıyor aralarında, özgür ruhlarını ve diğer gayelerini rafa kaldırıyorlar, uzun gecelerde her şeyi bırakıp kaçmayı hayal ediyorlar, birlikte içiyor, barların altını üstüne getiriyorlar, kumsalda sabahlıyorlar ve tüm diğer arkadaşlarıyla birlikte sarhoş bedenleriyle, sarhoş hayallerin peşinde koşuyorlar... Ama başlangıçta Leo'nun kafasında Mardou ile ilgili tonla şüphe var. Başta zenci oluşu ve ailesinin bu sebepten onu kabul etmeyeceği, sonra Mardou'nun babasıyla ilgili problemleri ve tedavi olmasını gerektirecek derecede ciddi psikiyatrik rahatsızlıkları... Buna rağmen Mardou da, aslında diğerlerinden pek farklı değil. O da "kaybeden, aşağı tırmanan, uçurumdan atlayan" özgür bir ruh. Leo'nun Mardou'ya aşık olduğunu anlaması epey zaman alıyor, daha evvel hiç aşık olmadığı için bu durum da normal karşılanmalı. Bir gece rüyasında, Mardou'yu en yakın arkadaşı Yuri ile öpüşürken görüyor ve o rüyadan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.. Zaten şüpheyle dolu olan kalbini bir de kıskançlık duygusu kemirmeye başlıyor, bu durumu Mardou ile Yuri'nin birlikte çok eğleniyor olmaları, iyi anlaşmaları da tetikliyor. Karşılıklı yapılan ihanetler, Leo'nun eski rahatlığını kaybedişi, birlikte kurulan hiçbir hayalin gerçekleşmeyişini fark edişleri, aralarına buz gibi bir soğukluk girmesine neden oluyor. Sonunda ise Mardou, rafa kaldırdığı bağımsızlığına yeniden sarılıyor ve Leo hayatında yaşadığı tek aşkı da kaybetmiş oluyor.


Bu hikayede beni bu kadar etkileyenin ne olduğunu ifade etmek çok güç. Çok "gerçek" oluşu, belki de en büyük sebep. Jack Kerouac'ın bu aşkı, ya da buna çok benzer bir aşkı gerçekten yaşadığı ve Mardou gibi bir karakterle gerçekten en azından tanışmış olduğu, çok açık bir şekilde hissediliyor. Kendisinin diğer kitaplarını da zaman içinde okuyup inceleyeceğim kesin.

"Şimdi intiharın, yitimin, nefretin, paranoyanın denizinde kıvranan bir örtü... Girmek istediğim yer onun küçük yüzüydü ve girdim..."
"Erkekler çıldırmış; özü istiyorlar ama öz de kadın ama işte orada avuçlarının içinde ama onu orada bırakıp büyük soyut şeyler inşa etmeye koşuyorlar."
"Ah keşke onurlu bir acı olsaydı da utanç ve yitimin bu kapkara lağım çukurundan, gecenin bangır bangır ahmaklığından ve alnımın üstündeki zavallı terden başka bir yere koyabilseydim onu!"
"Mardou, Amerika'nın üzerinde koskoca cisimleşen yaşamın kollarında konuşmak için bir soluk almak üzere yüzünü kaldırdığında, karşısında bizzat babasının yüzü, giderek soluklaşan..."
"Ben bir yarış atını andıran kendi küçük özümü buldum ve o öz, zihinsel farkındalık."
"Eriyen şeylerden bir okyanustu halimiz, boğulmaktı, içinde yüzebilirdim; bütün o zenginlikten korktum, bakışlarımı çevirdim."
"Karanlık, ılık deliklere kaçıp acılarını yalnız başına yaşayan iki hayvan gibiyiz."
"Kalp radyomu güzel bir müzikle kırma, ey dünya!"
"Bir gün, orada olmasını istediğinde orada olmayacak, ışık sönmüş olacak ve sen yukarıya baktığında Heavenly Lane karanlık, Mardou ise gitmiş olacak ve tüm bunlar en ummadığın, en istemediğin zamanda gerçekleşecek."
"Sorma denize kara gözlü kadının gözleri neden tuhaf ve yitik..."

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Korkuyu Beklerken


Oğuz Atay'ın bu tek hikaye kitabı, tüm hikayeleriyle bir baş yapıt. Önsözünde dediği gibi, "Buradayım!" yanıtını verenlerin çoğalması dileğiyle...

Beyaz Mantolu Adam: Kalabalığın içinde çaresizce bekleyen, suskun- suskundan öte, neredeyse tek kelime etmeyen- düşünceleri soluk, varlığının fark edilmesi güç, bitap görünüşlü bir dilenci çıkıyor karşımıza bu öyküde. Sakat değil, anlaşıldığı üzere çok yaşlı da değil ve isimsiz... Bir duvara yaslanmış, hayatın akışı içinde yürüyen, konuşan insanları öylece seyrediyor; niyeti dilenmek fakat avcunu dahi açmıyor. Nihayet birkaç kişi, biraz para sıkıştırıveriyor eline. Adam sanki buna aldırmıyor, sanki önemsiz onun için tüm bunlar. Bir beyin valizini zorlanarak taşıyor. ( Buradan kuvvetsiz olduğu sonucuna varılabilir yahut yorgun.) Ondan da parasını alıyor ve yürümeye başlıyor. Manto satıcısını görmesiyle hikaye hareketlenmeye başlıyor. Beyaz bir kadın mantosunu beğeniyor adam, satıcının elinden alıp üstüne giyiyor. Adamın diz kapaklarının altına dek uzanan, dikkat çekici -sanırım zengin işi- bir manto bu. Satıcı, adamı bunun bir kadın mantosu olduğu konusunda uyarıyor ve pahalı olduğunu, adamın alamayacağını söylüyor. Ama adam kararlı. Cebindeki tüm parayı veriyor satıcıya. Para, montun tam karşılığı olmasa da, nihayetinde amacına ulaşıyor adam. Ve üzerindeki beyaz montla dolaşmaya başlıyor. Başta çevredeki herkesin dikkatini çekiyor, kimileri alay ediyor, kimileri "sarhoş" yahut "deli" olduğunu söylüyor. Üstüne geliyorlar. Hatta kumaş satan bir esnaf, kumaşları adamın monttan arda kalan kısımlarına sarıp, onu vitrine koyuyor, "canlı manken" diye halka teşhir ediyor. Tüm bunlar gerçekleşirken, adamın hiç konuşmaması, tüm aşağılanmalara ve tahriklere rağmen tepki vermemesi dikkat çekici ve düşündürücü. Sonunda adam, üzerinde tüm gün boyunca taşıdığı beyaz manto, kollarına ve bacaklarına sarılmış kumaşlar ile, denize giriyor. Ve adım adım ölüme gidiyor... Ardından deniz araştırılsa da adamdan bir iz bulunamıyor.

Unutulan: Bir kadının evinin tavan arasına çıkışıyla başlıyor hikaye. "Ben buradayım sevgilim." diye sesleniyor bir ses ona tavan arasından.. Birkaç cümleden sonra, "tavanarası"nın, kadının bilinçaltı olduğu netlik kazanıyor. Ona seslenen, yani kadının birden bire aklına düşen ise, eski sevgilisi. Kadın "tavan arası"nda anne ve babasını, onların birbirlerine duydukları öfkeyi eski fotoğraflara bakarak anımsıyor. Mezuniyetinde giydiği ayakkabının teki, gençlik fotoğrafları her bir eşya, tek tek onu maziye yavaş yavaş götürüyor. Ve kitap sandığına ulaşmak istediği bir anda, eski sevgilisinin cesediyle karşılaşıyor. Ceset örümcek ağlarıyla örtülü ve kalbin içi hamam böcekleriyle dolu... Eski sevgilisinin öldüğünü düşünmek korkutuyor onu ve inanmak istemiyor. (Elbette bu ölümün anlamı, kadının bilinçaltına yolculuk yaptığını göz önüne aldığımızda, onu unutması, yahut artık kolay kolay hatırlamayacak kadar derinlere itmesi.) Başka bir sevgiliden ve hatta bir de eski kocadan bahis ediliyor. Hikaye, yeni sevgilinin "Bir şey mi söyledin canım?" deyişiyle gerçek dünyaya dönüyor. Kadının cevabı ise "Kendi kendime konuşuyordum." oluyor.
Maziye yolculuk, bilinçaltında birikenler ancak bu kadar güzel betimlenebilirdi. Özellikle tavanarası fikri çok etkileyici.
"Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim."

Korkuyu Beklerken: Çekingen, kaygılı bir adamın işten gelişinin betimlenmesini okuyoruz öncelikle. Adam sokak köpeklerinden, eve girdiği ilk anki sessizlikten, ışığı yakana kadar geçen o karanlık anlardan geriliyor. Zaten içi içini yerken, kapının girişinde bir mektupla karşılaşıyor. Açmakta tereddüt ediyor başta ama sonra bir koltuğa yerleşiyor ve mektubu açıp okuyor. Hiçbir şey anlamıyor. Çünkü bilmediği bir dilde yazılmış. Üniversitede yaptığı araştırmalar sonucu, mektubun bir tarikatın kendisine ihtarı olduğu sonucuna varıyor. Mektup ona evden çıkmamasını ve beklemesini söylüyor. Böylece gergin günler başlıyor. Adam yazılanları ilk başta umursamıyor, fakat sonra korkusu artmaya başlayınca işten izin alıyor ve eve kapanıyor. Kitap okumaya çalışıyor, yarısına bile gelmeden sıkılıp bırakıyor. Yabancı dil öğrenmeye çalışıyor, gayret gösteremiyor. Evi temizlemeye, düzene sokmaya isteği ve hali yok. Ve tabii bir yandan da her an bir şey olacağı, tarikat tarafından rahatsız edileceği korkusuyla günlerini harcıyor. Evde yemek bitince, uzun bir dönem açlık çekiyor. Fakat sonra, bir manav kapısına kadar gelip yiyecek bir şeyler getirmeye başlayınca, açlık sorun olmaktan çıkıyor. Ancak hep düşünceli, hep dalgın, hep ne yapacağını bilmez bir halde, hiç bilmediği-tanımadığı bir düşmana karşı savaş veriyor. Sonunda elbette tarikatın yokluğunu benimsiyor ve eski hayatına geri dönmek için çaba sarf etmeye başlıyor. Fakat bu sefer de tüm dünyasını başına yıkacak gelişmeler yaşanıyor. Ve intikam hırsı kaplıyor içini.
"Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor."
"Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır."
"Fakat, mesele bu değildi; mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti. Bense bunu hiç becerememiştim. Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemiştim; kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile."
"Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde."
"Korkuyla beklemek, korkuyu beklemek gereksizdi; çünkü dünyanın yarıçapını ve İstanbul'un fethini biliyordum."

Bir Mektup: Özgüveni düşük, kendi halinde bir adamın, kendisini işe alan patronuna yazdığı bir mektubu okuyoruz. Oğuz Atay'ın bilindik, iç dünyasında olanları zihninde oturtamamış, ruhunu tamamlayamamış karakterlerinden biri bu. Patronuna duyduğu hayranlığı, her kelimesinde vurgularken ve kendini onun yanında küçültürken- hatta hiç ederken- kendi sevgilisiyle, patronunun çevresindeki kadınları karşılaştırıyor. O kadınları tanıdıkça- haddi olmayarak- kendi sevgilisinden soğuduğunu ve ondan ayrıldığını, daha lüks bir hayata, asil kadınlara olan düşkünlüğünün arttığından bahsediyor. Bir yandan da aslında tüm bunları hak etmediğini, kendisinin bir zavallı olduğunu söyleyip duruyor. Bu gönderilmeyen mektupta, başka hayatlara özlem duyan insanın yorgunluğunu ve memnuniyetsizliğini açıkça hissediyoruz. Bir de kahvede tanıştığı, "Üçüncü Şey" adını verdiği adamın, gizli felsefesine de tanık oluyoruz.

Ne Evet Ne Hayır: Bir gazetenin 'gönül postası' bölümünde çalışan ve dertlerin anlatıldığı mektuplara çareler bulup yazan bir adam, M.C adlı kişiden gelen bir mektupla sarsılıyor. Ve hikaye de büyük oranda bu mektuptan oluşuyor. M.C dört yıl boyunca karşılıksız olarak sevdiği kadını, hep onun çevresinde dönüp dolaşan hayatını, noktalama işaretlerini kullanmadan ve çok bozuk bir Türkçeyle anlatmış. M.C'nin sonu hapiste biten aşk hikayesini, parantez içinde gazetecinin de yorumlarıyla, okuyoruz.

Babama Mektup: Ölümünden iki sene sonra, oğuldan babaya yazılan bir mektup. Babasına olan kızgınlığını, hayranlığını ve şaşırtıcı benzerliğini saygıyla ifade ediyor oğul. Onun ölümünden sonra yaşananları, onu herkesin unuttuğunu söylüyor. Cenazesine gelen insanların sahte göz yaşlarına öfkeleniyor. Samimi, içten, hüzünlü bir mektup...
"Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum."
"Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik."

Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya: Yazarların yalnızlığı, okunmayışı ile ilgili sembolist bir tarzla yazdığı- bana kalırsa- en vurucu hikayelerinden biri. Üç yazarın, karanlık bir demiryolu istasyonunda, yolculara kısa hikayeler satmaya çabalayarak geçirdiği günleri kaleme alıyor. Yolcular, yiyecek-içecekleri hiç çekinmeden satın alırken, bu hikaye satıcılarını hep görmezden geliyor. Yalnızca yataklı yolcular (bu da zengin kesime bir gönderme tabii) ilgileniyor hikayelerle. Ama onların da okuyup okumadığı şüpheli... Ve son cümle: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"



14 Mayıs 2012 Pazartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dört bölüme ayırarak kaleme aldığı bu roman, İzzet Mola'nın "Bihakk- Hazret-i Mecnun izâle eyleye Hak/ Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı" dizeleriyle başlıyor. Ve daha ilk cümleden itibaren, edebi, akıcı, anlaşılır diliyle okuyucuyu kendine bağlıyor.
Kitabın Büyük Ümitler adlı ilk bölümünde, ana karakter Hayri İrdal'ın kendini anlatışına tanık oluyoruz. Son derece mütevazi bir çocukluk geçirdiğinden, entelektüel birikime sahip olmayışından yakınarak bahsetse de henüz çocuk yaştayken samimi olma fırsatı yakaladığı saatçi Nuri Efendi, onun kişiliğinde önemli rol oynuyor. Ona saatlere nasıl yaklaşması gerektiğini, zaman kavramının insan hayatındaki önemini, insan ile saati birbirine benzeterek, çoğu zaman da saati kişileştirerek anlatan hep Nuri Efendi. Onun sözleri, ileriki sayfalarda detaylarıyla tanıyacağımız Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün amacını, disiplinini ve hatta enstitünün duvarlarındaki panoları bile belirleyecek ve aynı zamanda elbette kitabın ana fikri de bu özlü sözlerde gizli: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır." "Bozuk bir saate, bir hastaya, bir muhtaca bakar gibi bakmağa alış!" "Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır!"
Fakat şu da bir gerçek ki, Hayri İrdal kendinden, evliliğinden, çocuklarından bahsederken; mevzuyu bir şekilde hep zaman felsefesine çekse de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün tam olarak ne olduğu, nasıl bir işleve sahip olduğu, çok ileriki sayfalarda anlaşılıyor. Ve anlaşılmakla beraber Hayri İrdal'ın da hep baktığı şekilde, yani kuşkuyla bakılıyor. İşte ensititüye duyulan bu kuşkuyu ortadan kaldıracak- yahut kaldırmaya çalışan- Halit Ayarcı, bu noktada dikkati çekiyor. Halit Ayarcı, enstitünün kurucusu, Hayri İrdal'ı ortağı seçen ve hayatının her noktasında baskın kişiliği sayesinde rol oynayan (hatta öyle ki Hayri İrdal onun gölgesi olduğunu düşünüyor), yaratıcılığın bilgiden önce geldiğini savunan, cesur, liderlik vasıfları taşıyan bir karakter... Enstitü onun öncülüğünde kuruluyor ve başta sadece iki kişilik bir kadroya sahip olan kurum, git gide genişleyen genişledikçe de daha yaratıcı, daha çılgın fikirlerle toplum üzerinde etkili oluyor. Hatta hikayenin sonuna doğru, enstitü öyle büyüyor ki, yurt dışında kimi taklitleri çıkıyor, ayrıca Türkiye çapında da başka şubeleri yine Halit Ayarcı liderliğinde kuruluyor.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kastedilenin somut bir kurum olmadığı, insanın zamanla olan ilişkisine bir gönderme olduğu zaten açık. Ayrıca Doktor Ramiz karakteriyle uzun uzadıya bahsedilen, övülen psikanalizin, Tanpınar'ın o dönemin insanı için yeni olan bu sistemi tanıtma arzusu olduğu düşünülebilir.
Hem zaman olgusu üzerine düşünmenizi sağlayacak, hem de muhteşem bir edebi zevki tadacağınız bu kitabı okumanızı şiddetle öneriyorum.



"Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz, fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"
"Ayar saniyenin peşinde koşmaktır! Bu demektir ki iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün memleket ve şehir ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz."
"Şu hakikati bana hayatım öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz." 
"Herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir."
"İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti."

20 Nisan 2012 Cuma

Kadınlar


Yeraltı edebiyatının dürüstlüğünden, samimiyetinden ve kural tanımazlığından hoşlanıyorsanız, Charles Bukowski'nin Kadınlar'ını muhakkak okumalısınız derim. Kitap, şair Chinaski'nin- bu ad aslında Bukowski'nin çoğu eserinde kullandığı takma adıdır ve hala tartışma konusu olsa da yazarın bizzat kendisini ifade eder- "uçuk" hayatını, sahip olduğu kadınları ve bana epey şairane gelen hayatını anlatıyor. Cinselliğin en duygusuz hali, fahişelerin karmaşık dünyası, alkolizm, hızla değişen ve kopan bir insan trafiği ve diğer yandan güçlü bir sahicilik var bu kitapta. Ki zaten, Bukowski'nin hayatına şöyle bir göz gezdirdiğinizde, yazılanların bütünüyle gerçek olduğunu anlıyorsunuz.
Kitapla ilgili tek bir olumsuz eleştirim olabilir. O da finalde, Chinaski'nin tek bir kadından hoşlanırken ve kendini tamamen ona adama konusunda kararsız ve kendine güvensizken, kitabın öylece bitmesi. Bu durum okuyucunun, tam olarak ne olduğunu anlayamamasına sebep olmuş. Daha güçlü kaleme alınmış bir final beklerdim kısacası.
Bir de şu çok dikkatimi çekti, söylemeden geçemeyeceğim, Charles Bukowski bu eserinde, neden pek çok farklı kadınla birlikte olduğunun, neden birine bağlanmadığının cevabını vermiş. Alıntılıyorum: "-Bu kadar çok kadınla birlikte olmak niye? -Çocukluğumla ilgili. Sevgi ve şefkat eksikliği. Yirmili ve otuzlu yaşlarımda da durum pek farklı değildi. Telafi etmeye çalışıyorum." Yazarın çocukluğu boyunca babasından dayak yediği düşünülecek olursa, söylediklerinde haklı. Ve doğru ya da yanlış, o sahip olamadığı duyguların acısını, cinselliğin verdiği hazla avutmuş..

Ve altını çizdiklerimden bazıları:
-Ahlaki değerlerden yoksun insanlar sık sık başkalarından daha özgür oldukları sanısına kapılırlar, ama aşk ve sevgi duyguları körelmiştir. O yüzden de zamparalık yaparlar.
-Yazma faslı unutulmalıydı. Yaşanan tamamlanmadan hakkında yazmak yazıyı yaşananın gölgesinde bırakmak demektir. Yazmak işin tortusuydu sadece.
-Kadınları oldukları gibi kabul ediyordum, aşk ise zor ve nadiren geliyordu. Geldiğinde de yanlış bir nedenlerle geliyordu. İnsan sonunda aşkı geri püskürtmekten yoruluyor, izin veriyordu, çünkü aşkın da bir yere gitmeye ihtiyacı vardı. O zaman da başına belayı alıyordun genellikle.
-Hep eksik hissettim kendimi yalnızken, iyi hissettiğim de oldu, ama hep eksik.
-Varoluş nabız gibi atan dayanılmaz bir şeye dönüştüğünde zaman geçmek bilmez.
-Kötü yaşlanmak istemiyordum, vazgeçmek en iyisiydi; ölüm gelmeden ölmek.

   

26 Mart 2012 Pazartesi

Şubat Yolcusu Üzerine

seni kim çizebilir şubat yolcusu
yalnız akşam olsun dağınık olsun
ceplerinde bozuk bir bulut uğultusu
geceleyin dörtte bir ölüm korkusu
dörtte dört sabaha karşı yağmursun
seni kim çizebilir şubat yolcusu
bütün çizgileri bozuyorsun

Attila İlhan

Özgürlüğü, kural tanımazlığı, boş vermişliği bu kadar net anlatan bir şiirle karşılaşmadım. İçinde az da olsa hep bir ölüm korkusu taşıyan, hep duygusallığına yenilmiş- hatta ağlamaklı- ve tam anlamıyla insan! En çok da özgür oluşu, kimsenin direktifleriyle adım atmayışı ve toplumun dayattığı "çizgi"lere karşı duruşuyla dikkat çekiyor, şiirde betimlenen yolcu. Yolcu diye tasvir edilmesi, aslında tek başına, tüm bu yazdıklarımı barındırıyor içinde.
Tüm özgürlük savaşçılarına gönderdim bu şiiri, gitti..

20 Mart 2012 Salı

Az ve Oğuz Atay

"Seni az tanıyorum... Az... Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip te yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi... Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."



Öncelikle mutlaka belirtmeliyim ki Hakan Günday'ın gerek üslubu gerek konusu gerek de yarattığı karakterlerin sağlamlığı bakımından, en iyi örülmüş kitabı Kinyas Ve Kayra. Hep başucumda durur ve bir şeyler ters gittiğinde onu açıp, önceden altını çizdiğim (altını çizmek okurken vazgeçemediğim bir şey) cümlelerde tekrar tekrar kaybolurum. Ama şimdi özellikle Az'dan bahsetmek istiyorum. Az'ı benim gözümde çekici kılan, okuyan herkesin etkilendiği ve yukarıda bir kısmını alıntıladığım son sayfalar değil- evet son sayfalardaki duygular pek sahiciydi, kabul ediyorum- Derdâ' ve Derda'nın birbirine kavuşmadan evvel yaşadığı dram da değil, bence asıl etkileyici olan Hakan Günday'ın Oğuz Atay'dan bu kadar ince, bu kadar sahici bir yolla bahsedişi. Ben Oğuz Atay'ı Tutunamayanlar ile tanıdım pek çok okur gibi ve hatta Az'da Derda'nın da tanıdığı gibi... Ve aşık oldum. O yüzden, hiç de objektif olmadığını bildiğim bir şekilde değerlendirdiğimde, okuduğum bir romanda bir karakterin Oğuz Atay'a zamanında hak ettiği değeri vermeyenleri, onu hala tanımayanları ve yazdıklarını anlamamakta, anlamadığı yetmezmiş gibi haksızca eleştirmekte diretenleri öldürüyor oluşu, beni heyecanlandırdı. Evet sırf bu heyecanı bana yaşattığı için bile, "Az'ı sevdim." diyebilirim.