Okumak Yalnızlıktır..

17 Ağustos 2012 Cuma

Bu Salı

Kitabın yazarı Wolfgang Borchert, yirmili yaştakilere, bir insanın kendi düşüncelerini ifade etmesinin ne denli ağır bir bedel ödemek gerektirebileceğini anlatmak amacıyla yazmış. Borchert, İkinci Dünya Savaşı'nde Rus cephesinde savaşmış ve savaşın atmosferinden bir hayli etkilenmiş bir yazar. Hikayeleri, hep bu isyanı dile getirmeye, hep savaşanların masum taraflarını göstermeye yönelik birer başkaldırı niteliğinde. Zindanlarda, hapishanelerde geçen ömrü, yirmi altı yaşındayken son bulan Borchert, yazı yazmak için yalnızca iki sene zaman bulabilmiş. Nasyonal sosyalizme karşı olduğu herkesçe bilindiğinden, az vakti kaldığını kendisi de bilmekteydi ve bu sebepten, hızla- zamanla yarışırcasına- yazmış bir yazar... Onun savaşın hem sıcak hem de soğuk yüzünü, gencecik ve ne uğruna çarpıştığını bile bilmeyen, sıla hasretiyle, açlıkla mücadele eden askerleri, ölenlerin ardında kalan gözü yaşlı anneleri ve çocukları anlattığı, samimi öyküleriyle tanıyoruz.

Bu Salı, "Karda, Temiz Karda" ve "Ve Kimse Bilmiyor Nereye" adlı iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümün içinde de, genellikle kısa hikayeler yer alıyor. "Karda, Temiz Karda" isimli ilk bölümde, hikayeler bizzat savaşın içini, Rusya'nın dondurucu soğuğunda, karlar içinde nöbet tutan askerleri; öldürmek istemediği halde öldüren insanların içler acısı durumlarını, ustalıklı bir durum öykücülüğü havası içinde anlatıyor. Tekrarlamarla dolu, her kelimenin hakkını veren, sahici bir anlatımı var yazarın kitap boyunca. "Ve Kimse Bilmiyor Nereye"deki öykülerde, savaş biraz daha geri plana itilmiş ama etkisi yine de hissediliyor. Bu bölümde daha ziyade, savaştan kurtulan erlerin, çavuşların psikolojik bunalımları, babasını yitiren çocukların hali ve ülkenin harp sebebiyle yaşadığı genel kıtlık aktarılmış. Tüm bu yaşananların yanında, zevk içinde, dünyadan bihaber yaşayan orta sınıf ya da zengin kent insanlarının duyarsızlığı, kopuk yaşantısı, çok yerinde ve isabetli bir şekilde eleştirilmiş.

Özellikle yirmili yaşlarında olanları, Borchert'i okumaya ve anlamaya çalışmaya davet ediyorum.

"Sanki hayalettiler de teni kostüm seçmişlerdi kendilerine ve bir süre insancılık oynuyorlardı."
"Beyinleriyle alay için ve yüreklerine işkence olsun diye yaşam tarafından asılmışlar."
"Çünkü başka her şey savaş karşısında bir gevezeliktir sadece, çünkü hiçbir sözcük, hiçbir şiir ve hiçbir vezin yoktur onun için ve ona dayanacak, onun zincifre kırmızısı kükreyişinden dağılıp dökülmeyecek hiçbir şiir ve hiçbir oyun ve hiçbir psikolojik roman yoktur."
"Sona gelince, hayattaki bütün gerçek sonlar gibi: Yavan, sözsüz, çarpıcı."
"Beni asla yalnız bırakmayacaktın anne. Artık bir araya gelemeyiz. Dünyada gelemeyiz. Asla yapmayacaktın bunu. Hani tanımıyor değildin geceleri. Gecelerin ne olduğunu biliyordun. Ama beni çığlıklayıp attın işte içinden. Çığlıklayıp attın içinden ve gecelerle dolu bu dünyaya saldın. Ve o gün bugün her tıkırtı bir hayvandır gecede."
"Babam bana ihanet etti ve annem itip uzaklaştırdı beni kendinden. Beni yalnızlığa çığlıkladı. Öylesine korkunç bir yalnızlığa. Öylesine yalnızlığa. Şimdi uzun yol boyunca yürüyorum. Yol dünyanın dalgasından sallanıyor."



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kasabanın Sırrı

Robert Crichton'ın kaleme aldığı bu romanla, İtalya'daki Santa Vittoria Kasabası'nın masum olduğu kadar güçlü, daima işbirliği içindeki sade yaşantısına; üzüm bağlarında ve şarap tüccarlığı ile geçen ve bundan başka türlü bir hayatı düşünmeyen, köylü halkına dahil olacaksınız. Onların hasat zamanı, yüce bir görev duygusuyla gerçekleştirdiği gelenekleri- dansları, türlü oyunları, müzikleri- ile masumiyeti göreceksiniz. Ve bu masumiyetin, Nazi Almanyası'nın askerleri ile gölgelenişini... Çünkü Alman Yüzbaşı von Prum'un kasabaya geleceği endişesi, onları beraberlik gerektiren zorlu bir yola sürükler, şaraplarını kaybedecekleri endişesi, ölüm korkusunun bile ötesine geçer. Santa Vittoria halkı, gerekirse ölmeye hazırdır ancak şaraplarının muhakkak kendilerinde kalmasını sağlamak zorundadır çünkü şarap onlar için, hayatın diğer adıdır. Böylelikle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm halk, Almanlar kasabayı işgal etmeden evvel, gizli bir duvar örerek şarapların çok büyük bir kısmını gizlemeyi başarır. Ve her ne olursa olsun, bu sırrı açık etmeyeceklerine gizlice yemin ederler. Kasabanın başkanı İtalo Bombolini, halkın bu konudaki hassasiyetinden emin ama gelecekten endişeli bir halde, Almanların gelişini bekler, tüm halk ile birlikte.

Bu noktada hem Bombolini'den hem de Yüzbaşı von Prum'dan özel olarak bahsetmek istiyorum çünkü bu ikisi, hikayenin gidişatında ve aslında tüm anlatının temelinde, önemli karakterler. Bombolini, evvelden kendisini "soytarı" diye çağıran halkına karşı, en çok da kendine karşı, büyük bir zafer elde ederek başkan olmuş ve üstünlüğünü kabul ettirmiş bir halk kahramanı niteliği taşır. Çünkü, halkın o güne dek farkında bile olmadığı sorunları keşfedip çözen, eşitlikçi, hatta sosyalist özellikler taşıyan bir başkandır. Öyle ki halk ona "kaptan" lakabını uygun görmüştür. Yani, şarapların saklanması mevzusundaki sırrın, böylesine büyük bir kalabalık tarafından, en ufak bir şüphe uyandırmayacak şekilde gizlenebilmesi, Bombolini'nin verdiği güven duygusuyla yakından ilişkilidir. O Almanlara karşı kazanacağı zaferin kokusunu önceden almıştır. Diğer yandan, yüzbaşı von Prum'a gelince, o, Hitler'in kanlı kıyımlarına karşı duruşu ile dikkat çekmektedir. Santa Vittoria'yı, halka iyi davranarak, onların gönlünü kazanarak elde edeceğini ve böyle bir durumda İtalyan halkının şaraplarını zaten ona teslim edeceğine inanmaktadır. Bu yüzden, yanına on kişiden bile az bir ekip alarak, neredeyse temiz denebilecek duygularla ayak basar Santa Vittoria Kasabası'na. Bu yüzden olsa gerek, Bombolini ile von Prum, en baştan itibaren iyi anlaşırlar. Halk, şarapların sırrını açık etmez ve von Prum da halka güvenir. Ta ki, Alman yönetiminin kasaba hakkındaki araştırmaları, kasabada daha çok şarap olduğu gerçeğini açığa çıkarana kadar. İşte ondan sonra, halk ile von Prum arasındaki güven sarsılırken, olaylar da büyümeye başlar. Von Prum, "Kansız Zafer" adını verdiği planının artık işlemediğine inanmaya başlar.

Hikayede beni etkileyen şeylerden biri de, Hitler'in tutkusuyla von Prum'un "mahvettiği" işi düzeltmek üzere gelen Alman kuvvetlerinin, Santa Vittoria halkına yaptıklarıdır. Tanrının seçtiği düşünülen beş kişi, diline, ayak parmaklarına, cinsel organlarına teller bağlayarak elektrik verilmesi; çırılçıplak soyularak tırnaklarının çekilmesi gibi işkencelerden geçirilir. Ve en şaşırtıcı olan da, böylesine büyük bir acıya rağmen, halkın hala sırrı saklamadaki ısrarıdır. En sonunda von Prum, işkencenin de bir işe yaramadığını, halkın hala şarapların yerini söylemediğini görünce, bir kişiyi rehin olarak seçmeye ve eğer konuşmazsa, onu öldürmeye karar verir. "Kansız Zafer"den vazgeçeli çok olmuştur ve şimdi artık tek isteği, kendini haklı çıkarmak, aşağıladığı İtalyan halkına karşı üstünlük sağlamaktır. Bundan sonraki gelişmeler iyice karmaşık bir hal alır.


"İnsanlar büyük şeylerde kendilerini kandırmaya hazırdırlar ama ayrıntılarda ender olarak böyle davranırlar."
"Aptalları alkışlamak topluluğun huyudur."
"Akıllı lider, çıkarlarına zararlı olacağı zamanlar sözüne sadık kalmak zorunda değildir!"
"Bir çok konuda halkı kandırabilirsin ama, yalnız bir aptal halkı para konusunda kandırmaya kalkacak kadar aptallık edebilir."
"İyilik yapıldıktan sonra, kötülük yapılmadan önce anlaşılır.."
"O anda mutluydum. Neden olduğunu bilmiyorum ama, bu bazen bana hayatımın en mutlu anıymış gibi gelir. Başka zamanlar bunu en mutsuz anım olarak görürüm, çünkü bu beni kendimden belki de ebediyen kopardı."
"Bir gün aslan olarak yaşamak, yüz yıl kuzu olarak yaşamaktan iyidir."
"Herkes yumurtayla omlet yapabilir. Yumurtasız omlet yapmak için büyük insan olmak gerekir."
"Her insanı yağlamayla elde etmek mümkündür, hatta Tanrı'yı bile. (Zaten dua nedir ki?)"
"Yalan gerçeğe benzemek için inceden inceye işlenerek yaratılırdı ama, gerçek sadece kaba olduğu için iyi bir yalanın her zaman gerçekten daha iyi olacağını bilmesi gerekirdi."
"Bazı amaçlar için acının doğurduğu güçlük; sonunda kendi kendini yenilgiye uğratması, acıyı çeken insan tarafından hissedilse ve anlaşılsa bile artık ne vücudun ne de duyuların tepki gösteremeyeceği bir noktaya ulaşmasıdır."

Not: Kasabanın Sırrı, 1969 yılında filme alındı. Baş rollerinde, Anthony Quinn, Anna Magnani, Virna Lisi gibi isimler oynadı. Filmi izlemediğim için hakkında yorum yapamayacağım.


7 Ağustos 2012 Salı

Yalnızlığa Övgü Üzerine

Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
Özdemir Asaf

Gecenin bir vakti, Özdemir Asaf''ın Yalnızlık Paylaşılmaz isimli kitabını kurcalarken, bu şiirle mest oldum ve paylaşmak istedim. Mutluluk ile yalnızlığın, içe içe geçmiş, şahane bir tasviri bu şiir. Şair yalnızlığa methiyeler düzerken, mutluluğun insan hayatında hep uçucu, geçici ve asla yalnızlık kadar önemli olamayacağını çünkü "bencil" bir duygu olduğunu anlatmış. Öyledir gerçekten de. Mutluluğa alışan biri- ya da mutlu olduğunu sanan biri- yalnız kendi keyfini düşünür. Bu bağlamda, "mutluluğun kedisi doğurmaz" tabiri çok şık ve yerinde olmuş. "İç içe geçmiş" bir anlatım dedim ya, baştan beri hissettirilen bu duygu, son kıtada daha bir belirgin: Mutluluğun sona erdiği noktada, yine yalnızlık ile baş başa kalacağımız ve her ikisinin de bir gün gelip tükeneceği duygusu... Ama tükenmişliklerinin arasında küçük bir fark var: Mutluluk, toprağın altında, hiç kimselere gözükmezken; yalnızlık tükense bile, gözler önünde...
Özellikle kelime oyunlarından hoşlanıyorsanız, Özdemir Asaf'ı tavsiye ederim, şiirlerinin farklı bir lezzeti var.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Tehlikeli Düşünceler

Laurent Lelouch'un ilginç ama diğer yandan da eksikliklerle dolu bir tarzı var bence. Kitap, düşünceleri okuyabilen Nathan'ın çocukluğundan itibaren yaşadığı sıradışı serüvenin içine dahil ediyor okuyucuyu. Fakat Nathan'ın yaşadıkları, gerçekçilikten bir hayli uzak; bu uzaklık yazarın hayalgücüyle ve kurgu yeteneğiyle harmanlanınca, aslında epey keyifli oluyor. Yine de olay örgüsünü, takip edilmesini güçleştirecek derecede hızlı buldum ben. Ve bu denli "tarih" kokan bir kitabın, o dönemin siyasi yapılanmasıyla, toplumuyla alakalı daha çok bilgi içermesi gerektiği kanaatindeyim. Okuyucunun, zaten her şeyi bildiğini varsayarak yazmak doğru mudur? Bir romanın alt metnindeki gerçek kişileri ve olayları, okuyucu mu araştırmalıdır; yoksa bu da yazarın görevi midir? Bunlar ayrı bir tartışma konusu. Gelelim hikaye hakkında konuşmaya...

Nathan'ın gizli yeteneği, ailesi tarafından, henüz çocukken keşfedilir ve ailesi, onun psikolojik olarak hasta olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini düşünür. Böylece onu, Freud'un yanına yollar. Böylece ailesinden ve köyünden ayrılan Yahudi Nathan; uzun soluklu bir yolculuğun içinde bulur kendini. Freud ile görüşmelerinde, düşünceleri okuyabilmesinin kesin tedavisini bulamaz elbette. Freud ondan, çocukluğuyla, cinsel deneyimleriyle ilgili konuşmasını ister ve bu, Nathan için gereksizdir. Freud'un yanından kaçar. Berlin'de, yeteneği sayesinde sihirbazlık yaparak para kazanır. Ününün tüm Almanya'ya yayılmasının bedelini ise ağır öder. Hitler'le görüştürülür ve onun düşüncelerini okuması istenilir kendisinden. Bu esnada gerçekleri söylediği için, Hitler kendisinin kulağını keser. Yahudi olduğu anlaşılınca işkencelerden geçirilir. Nathan, buradan da kurtulur ve aşık olduğu, dilsiz bir kızla beraber, bu kez Suriye'ye kaçar. Yeteneği orada da siyasiler tarafından kullanılır. Kudüs'te Mossad ajanlığı yapar. Ve en sonunda kendini New York'da, tanımadığı insanlara kendini anlatırken bulur.

-Çocukluğumun, unutulmaktan kurtarılmış bir yığın anı olduğu şu noktada, kendi kendime sormaktayım: hiç yaşandı mı bütün bunlar? Yoksa bir çılgınlık nöbetinin ürünü müydü hepsi?
-Bir robot gibi yaşadım, hiçbir şeyden zevk almadan. Gösteri yavaş ilerliyordu. Kafam normal çalışıyordu da yüreğim bunu anlamıyordu.
-Herkesi ayrı ayrı mutlu etmem için, benim tümüyle ortadan kalkmam yerinde olurdu.
-Gözkapaklarım kapalı mı ya da gözlerimi iri iri açmış mıyım onu bile bilmiyordum. Hiçbir şeyin bilincinde değildim. Yaşıyor muydum, ölmüş müydüm? İki tarafı da idare ediyordum.