Okumak Yalnızlıktır..

21 Haziran 2012 Perşembe

Martin Eden

Jack London'ın belli bir şöhreti yakaladıktan sonra kaleme aldığı bu roman, bir deniz işçisi olan Martin Eden'in (yani aslında Jack London'ın) yazarlığa uzanan serüvenini anlatıyor. Martin Eden, uyku saatlerini bile hesap ederek, çok yoğun bir tempoyla ve hiçbir konuyu es geçmeden her şey hakkında bilgi sahibi olmaya uğraşarak çalışır. Ona bu azmi ve şevki veren, biricik aşkı Ruth Morse, burjuva ahlakının kurallarıyla yaşayan, zengin bir kızdır. Ve Martin, Ruth'a layık olmak için, onun çevresindeki zengin ve kültürlü erkeklerle yarışır. Çalışmaları ilerledikçe, kendini en çok edebiyata yakın bulur ve okuduklarının da etkisiyle şiirler ve en çok da denemeler yazmaya kalkar. Bunları, çeşitli dergilere ısrarla göndermesine rağmen, bir türlü olumlu yanıt alamaz. Tüm bunları yaparken, bir yandan açlıkla ve fakirlikle boğuşmakta, hiç gönlü olmamasına rağmen ufak tefek işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır. Ama tüm bunlar, Ruth için yeterli olmaz. O daima, kendi babası gibi ve çevresindeki diğer "güçlü" erkekler gibi, Martin'in de düzenli ve iyi gelir getiren bir işi olmasını ister ve bunu da Martin'e söyler. Martin, içindeki yazma aşkını ve kendine olan güvenini hiçkimseye ispat edemez. Zaten gönderdiği dergilerden ısrarla red cevabı geldiği sürece, yazdıklarının değerli olduğunu ispat etmesi de epey zordur. Sonunda Ruth, ailesinin etkisinde kalarak Martin'den ayrılır. Aynı gün, Martin'in en iyi dostu da dünyaya gözlerini yummuştur. O günden sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Martin, hayata ve kendine olan inancını bütünüyle yitirmiş, çalışmaktan da vazgeçmiş bir halde avarelik yaptığı sıralarda, bir öyküsü yayımlanır. Ve zamanla eskiden yazdığı tüm şiirler ve denemeler de yoğun ilgi görerek yayımlanmaya başlar. Martin hem istediği şöhrete kavuşmuş hem de kendini ispatlamıştır ama bu sefer de benliği tüm yaşadıklarından dolayı öyle yorgun düşmüştür ki hiçbir şeye sevinemez hale gelmiştir. Çevresindeki insanların, bir zamanlar gıpta ile baktığı burjuva toplumunun en bayağı özelliklerini fark etmiştir. Bu da onda büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Çok ünlü olmasına ve çok para kazanmasına rağmen, yeniden deniz işçiliğine döner. Ve denizdeki seyahatinde okuduğu bir şiirden etkilenerek, intihar eder.

Kitabın bazı bölümleri can sıkıcı olacak kadar uzun geldi bana. Özellikle yarısından sonra hareketlenmeye ve okuru kendine çekmeye başlıyor. Beni en çok etkileyen Martin'in yenilmeyen, hiç azalmayan azmi oldu. Gerçek bir çalışma gücüydü anlatılan ve ancak bu kadar vurucu anlatılabilirdi. Sonu ise, epey üzücü ve düşündürücü. Bir insanın, deli gibi hayal ettiği bir şeyi, elde ettikten sonra ondan vazgeçmesi ve aslında yanlış şeyin peşinden koştuğu hissine kapılması, büyük talihsizlik.

"Cinsiyetler ortaya çıkalı beri, bütün asırlar boyunca kadınlar en iyi gözleriyle konuşmuşlardır."
"Çalar saatin ötüşü müdür insanı uyandıran, yoksa bilinçaltı mıdır insanı saatin çalgısıyla buluşturan?"
"Aristokratların üzerine sahtelik dolu övgüler dizdiği, rahatça atış yaptığı haldir yoksulluk."
"Birçok şeyler yapabilecek olduğu halde, yapmakta bir değer görmeyen ve içinden, her an bunları yapamadığına bir pişmanlık duyan; gizli gizli, bunu yapmakta elde edeceği kazanca dudak bükmüş olan, ama yine de gizliden gizliye, elde edecek olduğu kazancı, bir şey yapmanın sevincini özleyen bir adam."
"Ayrılıklar insan ruhunda bıraktığı acıyla anılır. Bu acı, ruhların şekillenmesinden hayat görüşünün değişmesine; hatta insanın kendini yenilemesine neden olur."
"Hayat, bir falso ve utançtan ibarettir."

2 Haziran 2012 Cumartesi

İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme

Cezmi Ersöz'ün İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme isimli hikaye kitabı, içinde yirmi tane kısa hikaye barındıran, hayatın acı ve tatlı taraflarını aynı anda iletmeyi başaran ve genellikle ezilenin, vazgeçenin, kendini ifade edemeyenin içindeki karanlık dehlize inen, çok yönlü bir eser. Çok yönlü deme sebebim; siyasi gerçeklere, genel ahlaka, Türkiye'nin içinden geçtiği sancılı darbe dönemlerine dikkat çekerken, diğer yandan, aşka, şehir insanının yalnızlığına, aydınlığı savunanların itilişine, sıradan halkın taleplerine de yer veriyor olması. Üstelik de bunu, okuyucuyu hiç zorlamayan, "çocuksu" bir dille yapmış Cezmi Ersöz. Cezmi Ersöz'ün diğer kitaplarında yer alan, bazen insanın içini ısıtan bazen de "bu kadarı da abartılı" dedirten o bildik romantizm, bu kitapta da mevcut ancak dozu azaltılmış- bana kalırsa- iyi ayarlanmış olarak. Şimdi bazı öykülere şöyle bir göz atalım...

Yazamayan Yazar: Bu öykü, yazıyla az çok ilgilenmiş her insanın hoşuna gidecek bir konuyu ele alıyor. Bir yazarın, yazamayışı, tıkanması, hayal dünyasından geçenleri ifade etmekte zorlanması ve bu durumun psikolojisinde yarattığı gelgitli duygular... Başta "ya bir daha hiç yazamazsam?" paniği yaşayan yazar, zamanla bu duruma alışıyor ve hatta kendi deyimiyle "bundan garip bir haz" almaya başlıyor. Çünkü yazamadığı her konu, zihninde büyüdükçe, özgürleştiğini, değiştiğini ve yazma konusunda tecrübelendiği hissediyor. Yani güçlendiğini düşünüyor. Öykünün son cümlesi ise okuru yerle bir ediyor: "Ruhumu ateşe veren yazmak değildi, o bir türlü yazamadığımdı."

Düşülke...: Buram buram sosyalizm kokan bir anlatı... Hikayenin kahramanı, bir işi düştüğü için girdiği dükkan, ağzı açık, metal bir delik keşfediyor. Merakla içine giriyor. Girmesiyle birlikte şaşkınlıktan dili tutuluyor, çünkü aşağıda, o gizli kapağın altında, yepyeni, bambaşka bir ülke, muhteşem bir düzen kurulu. Sayfalar ilerledikçe bu düzenin sosyalizm olduğunu anlamak güç değil. Düşülkenin duvarlarında "Herkesin yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre!" "İnsanlar eşit doğar ve eşit yaşarlar!" "Mülkiyet hırsızlıktır!" gibi sloganlar yer alıyor. Kahramanımız, burada biraz gezindikten sonra, bir adama yaklaşıyor ve buraya hayran kaldığını söyleyip nasıl böyle bir düzeni kurabildiklerini soruyor. Adam, dünyada ezildiklerinden, hep hor görüldüklerinden ve mutlu olamadıklarından yakınarak eğer kendisinin de bu düşülkede yaşamak istiyorsa, tüm sıfatlarından, okumuşluğundan vazgeçmesi gerektiğini söylüyor. Ama kahramanımız, henüz sahip olduğu her şeyden vazgeçmeye, bu düşülkede yaşamaya hazır değil.


Çıplak: Cezmi Ersöz'ün bizzat kendisini anlatması bakımından önemli gördüm bu öyküyü. (Gerçi kitabın içindeki aşağı yukarı tüm öykülerde öyle bir hava sezdirilmiş.) Bütünüyle yalnız bir adam anlatılmış. Aydın, ilerici kişiliğine rağmen, aydınların arasında kendini yabancı hisseden ve onları samimiyetsiz bulan; buna karşın "halktan" dediği insanların da pis taraflarından iğrenen ve tabii onların da arasında kabul görmeyen bir adam... Bir türlü nereye ait olduğuna karar veremediği için, hayatı boyunca tökezlemiş, gerektiğinde çamurun en dibine saplanmış, gerektiğinde ise tüm insanların sahip olabileceği sıradan başarılarla kendini avutmuş- avutabilmiş- biri... Ruh dünyasını en detaylı ayrıntılarıyla okuyor ve bu adama karşı gizli bir sempati besliyoruz, belki de acıma duygusuyla, belki de onda kendimizi gördüğümüz için (Kişisel yorumumdur.) Sonu ise: "Türkiyeli bir solcuydu o... Adı Cezmi Ersöz'dü..." cümlesiyle bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze.

Camları Siyaha Boyalı Pavyon: Siyahı kötülüğün rengi olarak tanımlıyor adam. Görür görmez pavyon olduğunu da anlıyor, daha önce hiç gitmediği için de merakını cezbediyor. İçeri giriyor. Garsonlar, pavyon kadınları, hepsi anlıyor o adamın "öyle yerler"e gelen bir adam olmadığını ve dikkatle süzüyorlar onu. Adam ise kendi halinde, kendi iç hesaplaşmasıyla meşgul, eskiden iyi bir insan olduğunu, şimdi ise git gide karanlığa gömüldüğünden yakınıyor. Belki de pavyonda oluşu böyle hissettiriyor ona, sıkıntılarını ikiye katlıyor. Derken, onca kirli yüzlü insanın arasında, neşeyle koşup oynayan bir kız çocuğu görüyor. Onun masum yüzünü, çocuksu hareketlerini keyifle izliyor ve çok şaşırıyor böyle bir yerde olmasını. Yakıştıramıyor bir çocuğu, o karanlık dünyaya. Çok zaman geçmeden, çocuğun, pavyon şarkıcısının kızı olduğu ve o günün kızın doğum günü olduğu anlaşılıyor. Kesilen pastadan adama da ikram ediyor garson ve pastayı verirken: "Sen bizim Tanrı misafirimizsin bu gece." diyor. İşte o an anlıyor adam, karanlığın içinde, aslında aydınlık, temiz yürekli insanların da bulunabileceğini, tıpkı o kız çocuğu gibi. Sonra sisteme, kendi gibi olanlara, görünüşe aldanan herkese delicesine öfkeleniyor.

"Suçtur Çocuğun Olmak...": Bir kadın ile bir erkeğin diyaloglarından oluşan bu hikaye, aşkı çoktan tüketmiş, farklı arayışlara girmiş ve ondan bir kazanç elde edememiş, istediklerini yapacak gücü kendinde bulamamış bir çiftin sohbetini okutuyor bizlere. İkisi de ihanet etmiş, ikisi de aldatılmanın tadını almış, ikisi de yitik bir halde... Ne yapacaklarını, nasıl tüm hayatlarını yoluna sokabileceklerini, dahası, bunun bu saatten sonra mümkün olup olmadığını tartışıyorlar. Altı çizilecek güzellikte cümleler içeren bir yazı.

Sen Bana Daha Az Zarar Verirsin: Kitap ismini işte bu hikayeden alıyor. Bir yazar- muhtemelen Cezmi Ersöz'ün kendisi yine- yolda, yorgun, sefil görünüşlü zenci bir kadınla karşılaşıyor. Kadın ondan, kendisini eve götürmesini, kalacak yeri olmadığını söylüyor. Bu kadın, daha ilk bakışta, yazarı etkiliyor, ona eski aşklarını, yıllar boyu hayatından geçmiş tüm kadınların hissettiği acıları ve sevinçleri, hatırlatıyor. Zenci kadının gözlerinde, adeta geçmişini görüyor. Bunun da etkisiyle, ve tabii kadına da gerçekten acıdığı için, onu evine götürüyor. Ona yiyecek bir şeyler getirdiğinde ve yatağını kendi yatağından ayrı serdiğinde, kadın şaşkınlık içinde kalıyor ve şu cümleler dökülüyor öfkeli dudaklarından: "Gir içime, ama sigara söndürme oramda, duyarlı yazarsın ya sen de içime gir, hadi.." Bu esnada kıyafetlerini de çıkarıyor. Ve yazar, kadının bacaklarında, kasıklarında sigara izleri görüyor. Bunu gördüğünde, insanlara olan öfkesi daha da büyüyor. Onu yatağına yatırıyor ve öpüyor. Ertesi sabah uyandığında, kadın çoktan gitmiş oluyor.

-Tüm kitaptan bazı bir şeyler-
"Ne denli özgür, mutlu ve kendim olduğumu sansam da, yalnızlığımın ağrısını ve bir çığlık gibi kanayışını engelleyemiyordum bir türlü."
"Selam olsun vazgeçmişlere, selam olsun sevdalı insanlara."
"Bir yabancı, bir vazgeçmiş, bir amaçsızsan; üstelik kimsenin rakibi değil ve kimseyi yargılamıyorsan bundan büyük bir suç mu olurdu!.."
"Anladım ki, neden yana, neye karşı olursa olsun her aile, her ilişki, her arkadaş grubu kendi burjuvalarını, proleterlerini, kendi soylularını, kölelerini oracıkta, hiç konuşmadan, garip ve sessiz bir anlaşmayla hemencecik yaratıveriyordu."
"Hem herkesin özendiği, genelgeçer bir başarının lekeli, kuşkulu duygusundan uzak kalacak, hem de istenmiş bir başarısızlığın kırgın, hüzünlü, ama sıradışı öfkesini yudum yudum tadacaktı."
"Seyrediyorum kendimi başkalarıyla sevişirken. Ne kadar alçalabilirim, ne kadar düşebilirim, diye merakla bakıyorum kendime... Hayretler içinde bırakıyorum kendimi. Kirlendikçe, değersizleştikçe umudum azalıyor, ama ne garip ki cesaretim artıyor. Sonu neresiyse oraya gitmek istiyorum. Ne yapsam, ne kadar alçalsam bile, sen hiç, ama hiç aklımdan çıkmıyorsun."
"Hep böyle yalnızlık özlemiyle, yalnızlık korkusu arasında gider gelirim."

"Artık kaybettikçe daha çok seviyordum kendimi; beni ben yapan özgün ve farklı yanlarım, kaybettikçe daha çok ortaya çıkıyordu artık..."
"Küçük umut kıvılcımlarını bilirsiniz, zamanla öylesine büyür, insanı hiç tahmin edemediği duygulara sürükler, ama kaybolurken öylesine acı verirler ki..."