Okumak Yalnızlıktır..

27 Mayıs 2012 Pazar

Bahara Kadar Bekle, Bandini

John Fante'nin bu romanıyla, Amerika'da yaşayan İtalyan, Katolik Bandini ailesinin bir yandan fakirlikle boğuştuğu bir yandan da hayatın akışı içinde yakaladıkları küçük mutluluklarla avunduğu hayatını okuyoruz. Duvarcı ustası olan Svevo Bandini, yoğun kar yağışıyla geçen kıştan dolayı işsiz, üç oğlunun ihtiyaçlarına yetemediği için mutsuz, karısı Maria'nın ise her şeyi hoşgören, dindar kişiliğinden bıkmış bir haldedir. Evde yaşananlardan kopuk, zengin bir hayatın düşü içindedir sürekli. Maria'nın annesinin onları ziyarete geleceği haberini alınca evi terk eder çünkü ondan nefret etmektedir, aslında bu biraz da bahanedir. Svevo Bandini'nin gidişiyle geride kalanlar çok zor günler yaşar. Maria Bandini, elinde tesbihi, pencerenin önünde dua ederek günlerce bekler, zaman içinde çocuklarıyla ilgilenecek hali de kalmayan Maria, kocasının onu aldattığından emin, hastalıklı bir hal alır. Bu arada büyük oğlu Arturo Bandini aynı sınıfta okuduğu Rosa'ya platonik olarak aşık olmuştur ve bu aşk hızla onun içinde büyürken, fakirliğinden ve annesinin cahilliğinden utanan Arturo, Rosa'yı kendine yakıştıramaz ve bir türlü onu sevdiğini söyleyemez. Sonraları Rosa'nın acı bir şekilde ortadan kayboluşu üzerine, Arturo için acıklı günler başlar ve onun ölüm haberiyle yıkılır. Bu esnada, Svevo Bandini eve döner. Ancak Maria o denli kızgındır ki Svevo'yu kovar. Svevo'nun kovuluşuyla birlikte, evi terk ettiği andan itibaren başından geçenler anlatılır. Svevo, semtin zengin ve dul kadını Bayan Hildegarde'nin evinde kalmış, onun işlerini hallederek para kazanmıştır ancak zaman içinde yakınlaşmışlar ve aşık olmuşlardır. Svevo için çok huzursuz bir aşktır bu. Bayan Hildegarde'ın kültürlü ve zengin oluşu Svevo'nun kendisini git gide kötü hissetmesine, aşağılık bulmasına yol açmıştır. Baharın gelişiyle birlikte, Arturo babasından eve geri dönmesini ister, Maria'nın kızgınlığının geçtiğini söyler. Ve Svevo Bandini, fakir hayatına geri döner.

Yalın bir dille ve akıcı bir üslupla yazılmış kitap. Katolik öğretisi, düşündürücü bir şekilde işlenmiş. Özellikle Maria'nın ve çocukların günah kavramıyla ilgili huzursuzluğu çok açık. Kendi adıma, büyük bir heyecanla okuduğumu söyleyemem ama "iyi" bir roman.

"Hep hastaydı, ama belirti göstermeyen türden bir hastalıktı onunki; kansız ve yarasız, acı sadece."
"Ah, Amerika, çocukların birbirlerinin gırtlağını kesip kana susamış canavarlar gibi can verecekler!"
"Her seferinde ait olmadığı bir evdi orası, heyecan verici ve ulaşılmaz."
"İki yabancıydılar, farklılıklarının uçurumunu aşmalarını sağlayan tek köprü tutkuydu."
"O orada olmayacaktı, ama gerekmiyordu orada olmak, çünkü bu bir anı olmuş olacaktı zaten. Ölmüş olacaktı, ama hayatta olanlar bilinmez olmayacaklardı onun için, çünkü bir kez daha gerçekleşecekti bu, henüz yaşanmamış bir hayattan edinilmiş bir anı."

22 Mayıs 2012 Salı

Yeraltı Sakinleri

Jack Kerouac'ın yeraltı edebiyatına kazandırdığı, aşkın belki de en güzel hallerinin anlatıldığı, dostluğa dokunan, alkolün ve uyuşturucunun yorgunluğunda yazılmış, hüzünlü bir roman. İlk sayfada da belirtildiği gibi "asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkarların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların..." dili, sesi olmayı hakkıyla başarmış bir kitap. Daha ilk sayfalardan okuyucuyu kendine bağlayan, sürükleyici, sade bir dille yazılmış. Betimlemeler- kimi zaman çok romantik olsa da- yerli yerinde, kısa ve öz. Bir solukta, heyecanla okuduğum bu hikaye hakkında yazmak ise, benim için ayrı bir keyif.

Leo (aslında yazarın kendisini ifade ediyor bu isim) başarılı romanlar üretmiş, popüler, kendini kanıtlamış bir yazar. Alkolden, uyuşturucudan, edebi sohbetlerden, bebop dinlemekten hoşlanan bir yeraltı sakini... Tüm diğer arkadaşlarıyla birlikte partilerde, barlarda, yollarda sabahlayan ve aklına estiğini, aklına estiği anda yapan, biraz da nevrotik bir kişilik. Çok sayıda kadınla birlikte olan ve hiçbirine bağlanmayan, özgür ruhlu... Bir gece arkadaşıyla yürürken, her zaman vakit geçirdiği barın önünde duran bir arabaya yaslanmış, ufak tefek, zenci bir kadın görmesiyle, tüm dünyası değişiyor. (bu noktada ufak bir eleştri: romanda pek çok karakterin ismi geçiyor ama neredeyse hiçbiri hakkında betimleme yok, bunlar belki hikayenin gidişatı için önem arz etmeyen kişiler olduğundan, açıklanma gereği duyulmamış olabilir, ama ben eksikliğini hissettim.) İsmi Mardou olan bu zenci kadın, daha ilk görüşte Leo'yu çok etkiliyor ve onunla yakınlaşmak istiyor. Şansı yaver gidiyor, Mardou'yu zaten tanıyan bir arkadaşının aracılığıyla, tanışıyorlar. Muhteşem bir aşk başlıyor aralarında, özgür ruhlarını ve diğer gayelerini rafa kaldırıyorlar, uzun gecelerde her şeyi bırakıp kaçmayı hayal ediyorlar, birlikte içiyor, barların altını üstüne getiriyorlar, kumsalda sabahlıyorlar ve tüm diğer arkadaşlarıyla birlikte sarhoş bedenleriyle, sarhoş hayallerin peşinde koşuyorlar... Ama başlangıçta Leo'nun kafasında Mardou ile ilgili tonla şüphe var. Başta zenci oluşu ve ailesinin bu sebepten onu kabul etmeyeceği, sonra Mardou'nun babasıyla ilgili problemleri ve tedavi olmasını gerektirecek derecede ciddi psikiyatrik rahatsızlıkları... Buna rağmen Mardou da, aslında diğerlerinden pek farklı değil. O da "kaybeden, aşağı tırmanan, uçurumdan atlayan" özgür bir ruh. Leo'nun Mardou'ya aşık olduğunu anlaması epey zaman alıyor, daha evvel hiç aşık olmadığı için bu durum da normal karşılanmalı. Bir gece rüyasında, Mardou'yu en yakın arkadaşı Yuri ile öpüşürken görüyor ve o rüyadan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.. Zaten şüpheyle dolu olan kalbini bir de kıskançlık duygusu kemirmeye başlıyor, bu durumu Mardou ile Yuri'nin birlikte çok eğleniyor olmaları, iyi anlaşmaları da tetikliyor. Karşılıklı yapılan ihanetler, Leo'nun eski rahatlığını kaybedişi, birlikte kurulan hiçbir hayalin gerçekleşmeyişini fark edişleri, aralarına buz gibi bir soğukluk girmesine neden oluyor. Sonunda ise Mardou, rafa kaldırdığı bağımsızlığına yeniden sarılıyor ve Leo hayatında yaşadığı tek aşkı da kaybetmiş oluyor.


Bu hikayede beni bu kadar etkileyenin ne olduğunu ifade etmek çok güç. Çok "gerçek" oluşu, belki de en büyük sebep. Jack Kerouac'ın bu aşkı, ya da buna çok benzer bir aşkı gerçekten yaşadığı ve Mardou gibi bir karakterle gerçekten en azından tanışmış olduğu, çok açık bir şekilde hissediliyor. Kendisinin diğer kitaplarını da zaman içinde okuyup inceleyeceğim kesin.

"Şimdi intiharın, yitimin, nefretin, paranoyanın denizinde kıvranan bir örtü... Girmek istediğim yer onun küçük yüzüydü ve girdim..."
"Erkekler çıldırmış; özü istiyorlar ama öz de kadın ama işte orada avuçlarının içinde ama onu orada bırakıp büyük soyut şeyler inşa etmeye koşuyorlar."
"Ah keşke onurlu bir acı olsaydı da utanç ve yitimin bu kapkara lağım çukurundan, gecenin bangır bangır ahmaklığından ve alnımın üstündeki zavallı terden başka bir yere koyabilseydim onu!"
"Mardou, Amerika'nın üzerinde koskoca cisimleşen yaşamın kollarında konuşmak için bir soluk almak üzere yüzünü kaldırdığında, karşısında bizzat babasının yüzü, giderek soluklaşan..."
"Ben bir yarış atını andıran kendi küçük özümü buldum ve o öz, zihinsel farkındalık."
"Eriyen şeylerden bir okyanustu halimiz, boğulmaktı, içinde yüzebilirdim; bütün o zenginlikten korktum, bakışlarımı çevirdim."
"Karanlık, ılık deliklere kaçıp acılarını yalnız başına yaşayan iki hayvan gibiyiz."
"Kalp radyomu güzel bir müzikle kırma, ey dünya!"
"Bir gün, orada olmasını istediğinde orada olmayacak, ışık sönmüş olacak ve sen yukarıya baktığında Heavenly Lane karanlık, Mardou ise gitmiş olacak ve tüm bunlar en ummadığın, en istemediğin zamanda gerçekleşecek."
"Sorma denize kara gözlü kadının gözleri neden tuhaf ve yitik..."

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Korkuyu Beklerken


Oğuz Atay'ın bu tek hikaye kitabı, tüm hikayeleriyle bir baş yapıt. Önsözünde dediği gibi, "Buradayım!" yanıtını verenlerin çoğalması dileğiyle...

Beyaz Mantolu Adam: Kalabalığın içinde çaresizce bekleyen, suskun- suskundan öte, neredeyse tek kelime etmeyen- düşünceleri soluk, varlığının fark edilmesi güç, bitap görünüşlü bir dilenci çıkıyor karşımıza bu öyküde. Sakat değil, anlaşıldığı üzere çok yaşlı da değil ve isimsiz... Bir duvara yaslanmış, hayatın akışı içinde yürüyen, konuşan insanları öylece seyrediyor; niyeti dilenmek fakat avcunu dahi açmıyor. Nihayet birkaç kişi, biraz para sıkıştırıveriyor eline. Adam sanki buna aldırmıyor, sanki önemsiz onun için tüm bunlar. Bir beyin valizini zorlanarak taşıyor. ( Buradan kuvvetsiz olduğu sonucuna varılabilir yahut yorgun.) Ondan da parasını alıyor ve yürümeye başlıyor. Manto satıcısını görmesiyle hikaye hareketlenmeye başlıyor. Beyaz bir kadın mantosunu beğeniyor adam, satıcının elinden alıp üstüne giyiyor. Adamın diz kapaklarının altına dek uzanan, dikkat çekici -sanırım zengin işi- bir manto bu. Satıcı, adamı bunun bir kadın mantosu olduğu konusunda uyarıyor ve pahalı olduğunu, adamın alamayacağını söylüyor. Ama adam kararlı. Cebindeki tüm parayı veriyor satıcıya. Para, montun tam karşılığı olmasa da, nihayetinde amacına ulaşıyor adam. Ve üzerindeki beyaz montla dolaşmaya başlıyor. Başta çevredeki herkesin dikkatini çekiyor, kimileri alay ediyor, kimileri "sarhoş" yahut "deli" olduğunu söylüyor. Üstüne geliyorlar. Hatta kumaş satan bir esnaf, kumaşları adamın monttan arda kalan kısımlarına sarıp, onu vitrine koyuyor, "canlı manken" diye halka teşhir ediyor. Tüm bunlar gerçekleşirken, adamın hiç konuşmaması, tüm aşağılanmalara ve tahriklere rağmen tepki vermemesi dikkat çekici ve düşündürücü. Sonunda adam, üzerinde tüm gün boyunca taşıdığı beyaz manto, kollarına ve bacaklarına sarılmış kumaşlar ile, denize giriyor. Ve adım adım ölüme gidiyor... Ardından deniz araştırılsa da adamdan bir iz bulunamıyor.

Unutulan: Bir kadının evinin tavan arasına çıkışıyla başlıyor hikaye. "Ben buradayım sevgilim." diye sesleniyor bir ses ona tavan arasından.. Birkaç cümleden sonra, "tavanarası"nın, kadının bilinçaltı olduğu netlik kazanıyor. Ona seslenen, yani kadının birden bire aklına düşen ise, eski sevgilisi. Kadın "tavan arası"nda anne ve babasını, onların birbirlerine duydukları öfkeyi eski fotoğraflara bakarak anımsıyor. Mezuniyetinde giydiği ayakkabının teki, gençlik fotoğrafları her bir eşya, tek tek onu maziye yavaş yavaş götürüyor. Ve kitap sandığına ulaşmak istediği bir anda, eski sevgilisinin cesediyle karşılaşıyor. Ceset örümcek ağlarıyla örtülü ve kalbin içi hamam böcekleriyle dolu... Eski sevgilisinin öldüğünü düşünmek korkutuyor onu ve inanmak istemiyor. (Elbette bu ölümün anlamı, kadının bilinçaltına yolculuk yaptığını göz önüne aldığımızda, onu unutması, yahut artık kolay kolay hatırlamayacak kadar derinlere itmesi.) Başka bir sevgiliden ve hatta bir de eski kocadan bahis ediliyor. Hikaye, yeni sevgilinin "Bir şey mi söyledin canım?" deyişiyle gerçek dünyaya dönüyor. Kadının cevabı ise "Kendi kendime konuşuyordum." oluyor.
Maziye yolculuk, bilinçaltında birikenler ancak bu kadar güzel betimlenebilirdi. Özellikle tavanarası fikri çok etkileyici.
"Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim."

Korkuyu Beklerken: Çekingen, kaygılı bir adamın işten gelişinin betimlenmesini okuyoruz öncelikle. Adam sokak köpeklerinden, eve girdiği ilk anki sessizlikten, ışığı yakana kadar geçen o karanlık anlardan geriliyor. Zaten içi içini yerken, kapının girişinde bir mektupla karşılaşıyor. Açmakta tereddüt ediyor başta ama sonra bir koltuğa yerleşiyor ve mektubu açıp okuyor. Hiçbir şey anlamıyor. Çünkü bilmediği bir dilde yazılmış. Üniversitede yaptığı araştırmalar sonucu, mektubun bir tarikatın kendisine ihtarı olduğu sonucuna varıyor. Mektup ona evden çıkmamasını ve beklemesini söylüyor. Böylece gergin günler başlıyor. Adam yazılanları ilk başta umursamıyor, fakat sonra korkusu artmaya başlayınca işten izin alıyor ve eve kapanıyor. Kitap okumaya çalışıyor, yarısına bile gelmeden sıkılıp bırakıyor. Yabancı dil öğrenmeye çalışıyor, gayret gösteremiyor. Evi temizlemeye, düzene sokmaya isteği ve hali yok. Ve tabii bir yandan da her an bir şey olacağı, tarikat tarafından rahatsız edileceği korkusuyla günlerini harcıyor. Evde yemek bitince, uzun bir dönem açlık çekiyor. Fakat sonra, bir manav kapısına kadar gelip yiyecek bir şeyler getirmeye başlayınca, açlık sorun olmaktan çıkıyor. Ancak hep düşünceli, hep dalgın, hep ne yapacağını bilmez bir halde, hiç bilmediği-tanımadığı bir düşmana karşı savaş veriyor. Sonunda elbette tarikatın yokluğunu benimsiyor ve eski hayatına geri dönmek için çaba sarf etmeye başlıyor. Fakat bu sefer de tüm dünyasını başına yıkacak gelişmeler yaşanıyor. Ve intikam hırsı kaplıyor içini.
"Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor."
"Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır."
"Fakat, mesele bu değildi; mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti. Bense bunu hiç becerememiştim. Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemiştim; kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile."
"Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde."
"Korkuyla beklemek, korkuyu beklemek gereksizdi; çünkü dünyanın yarıçapını ve İstanbul'un fethini biliyordum."

Bir Mektup: Özgüveni düşük, kendi halinde bir adamın, kendisini işe alan patronuna yazdığı bir mektubu okuyoruz. Oğuz Atay'ın bilindik, iç dünyasında olanları zihninde oturtamamış, ruhunu tamamlayamamış karakterlerinden biri bu. Patronuna duyduğu hayranlığı, her kelimesinde vurgularken ve kendini onun yanında küçültürken- hatta hiç ederken- kendi sevgilisiyle, patronunun çevresindeki kadınları karşılaştırıyor. O kadınları tanıdıkça- haddi olmayarak- kendi sevgilisinden soğuduğunu ve ondan ayrıldığını, daha lüks bir hayata, asil kadınlara olan düşkünlüğünün arttığından bahsediyor. Bir yandan da aslında tüm bunları hak etmediğini, kendisinin bir zavallı olduğunu söyleyip duruyor. Bu gönderilmeyen mektupta, başka hayatlara özlem duyan insanın yorgunluğunu ve memnuniyetsizliğini açıkça hissediyoruz. Bir de kahvede tanıştığı, "Üçüncü Şey" adını verdiği adamın, gizli felsefesine de tanık oluyoruz.

Ne Evet Ne Hayır: Bir gazetenin 'gönül postası' bölümünde çalışan ve dertlerin anlatıldığı mektuplara çareler bulup yazan bir adam, M.C adlı kişiden gelen bir mektupla sarsılıyor. Ve hikaye de büyük oranda bu mektuptan oluşuyor. M.C dört yıl boyunca karşılıksız olarak sevdiği kadını, hep onun çevresinde dönüp dolaşan hayatını, noktalama işaretlerini kullanmadan ve çok bozuk bir Türkçeyle anlatmış. M.C'nin sonu hapiste biten aşk hikayesini, parantez içinde gazetecinin de yorumlarıyla, okuyoruz.

Babama Mektup: Ölümünden iki sene sonra, oğuldan babaya yazılan bir mektup. Babasına olan kızgınlığını, hayranlığını ve şaşırtıcı benzerliğini saygıyla ifade ediyor oğul. Onun ölümünden sonra yaşananları, onu herkesin unuttuğunu söylüyor. Cenazesine gelen insanların sahte göz yaşlarına öfkeleniyor. Samimi, içten, hüzünlü bir mektup...
"Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum."
"Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik."

Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya: Yazarların yalnızlığı, okunmayışı ile ilgili sembolist bir tarzla yazdığı- bana kalırsa- en vurucu hikayelerinden biri. Üç yazarın, karanlık bir demiryolu istasyonunda, yolculara kısa hikayeler satmaya çabalayarak geçirdiği günleri kaleme alıyor. Yolcular, yiyecek-içecekleri hiç çekinmeden satın alırken, bu hikaye satıcılarını hep görmezden geliyor. Yalnızca yataklı yolcular (bu da zengin kesime bir gönderme tabii) ilgileniyor hikayelerle. Ama onların da okuyup okumadığı şüpheli... Ve son cümle: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"



14 Mayıs 2012 Pazartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dört bölüme ayırarak kaleme aldığı bu roman, İzzet Mola'nın "Bihakk- Hazret-i Mecnun izâle eyleye Hak/ Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı" dizeleriyle başlıyor. Ve daha ilk cümleden itibaren, edebi, akıcı, anlaşılır diliyle okuyucuyu kendine bağlıyor.
Kitabın Büyük Ümitler adlı ilk bölümünde, ana karakter Hayri İrdal'ın kendini anlatışına tanık oluyoruz. Son derece mütevazi bir çocukluk geçirdiğinden, entelektüel birikime sahip olmayışından yakınarak bahsetse de henüz çocuk yaştayken samimi olma fırsatı yakaladığı saatçi Nuri Efendi, onun kişiliğinde önemli rol oynuyor. Ona saatlere nasıl yaklaşması gerektiğini, zaman kavramının insan hayatındaki önemini, insan ile saati birbirine benzeterek, çoğu zaman da saati kişileştirerek anlatan hep Nuri Efendi. Onun sözleri, ileriki sayfalarda detaylarıyla tanıyacağımız Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün amacını, disiplinini ve hatta enstitünün duvarlarındaki panoları bile belirleyecek ve aynı zamanda elbette kitabın ana fikri de bu özlü sözlerde gizli: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır." "Bozuk bir saate, bir hastaya, bir muhtaca bakar gibi bakmağa alış!" "Ayar, saniyenin peşinde koşmaktır!"
Fakat şu da bir gerçek ki, Hayri İrdal kendinden, evliliğinden, çocuklarından bahsederken; mevzuyu bir şekilde hep zaman felsefesine çekse de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün tam olarak ne olduğu, nasıl bir işleve sahip olduğu, çok ileriki sayfalarda anlaşılıyor. Ve anlaşılmakla beraber Hayri İrdal'ın da hep baktığı şekilde, yani kuşkuyla bakılıyor. İşte ensititüye duyulan bu kuşkuyu ortadan kaldıracak- yahut kaldırmaya çalışan- Halit Ayarcı, bu noktada dikkati çekiyor. Halit Ayarcı, enstitünün kurucusu, Hayri İrdal'ı ortağı seçen ve hayatının her noktasında baskın kişiliği sayesinde rol oynayan (hatta öyle ki Hayri İrdal onun gölgesi olduğunu düşünüyor), yaratıcılığın bilgiden önce geldiğini savunan, cesur, liderlik vasıfları taşıyan bir karakter... Enstitü onun öncülüğünde kuruluyor ve başta sadece iki kişilik bir kadroya sahip olan kurum, git gide genişleyen genişledikçe de daha yaratıcı, daha çılgın fikirlerle toplum üzerinde etkili oluyor. Hatta hikayenin sonuna doğru, enstitü öyle büyüyor ki, yurt dışında kimi taklitleri çıkıyor, ayrıca Türkiye çapında da başka şubeleri yine Halit Ayarcı liderliğinde kuruluyor.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile kastedilenin somut bir kurum olmadığı, insanın zamanla olan ilişkisine bir gönderme olduğu zaten açık. Ayrıca Doktor Ramiz karakteriyle uzun uzadıya bahsedilen, övülen psikanalizin, Tanpınar'ın o dönemin insanı için yeni olan bu sistemi tanıtma arzusu olduğu düşünülebilir.
Hem zaman olgusu üzerine düşünmenizi sağlayacak, hem de muhteşem bir edebi zevki tadacağınız bu kitabı okumanızı şiddetle öneriyorum.



"Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz, fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"
"Ayar saniyenin peşinde koşmaktır! Bu demektir ki iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün memleket ve şehir ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz."
"Şu hakikati bana hayatım öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz." 
"Herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir."
"İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti."