Okumak Yalnızlıktır..

21 Eylül 2012 Cuma

İntihar: Kan Dökücü Tanrı

Al Alvarez'in intiharı her açıdan irdeleyen bir inceleme olan bu kitap, şair Sylvia Plath'ın trajik hayatı ile başlıyor ve daha o andan, hem üslubu hem de konuya hakimiyeti ile okuyucuyu etkisi altına alıyor. Plath'ın eşiyle ve çocuklarıyla yaşadığı problemler ve bunların edebi kariyerine olan etkisi, kendi psikolojisine olan etkisi, aralarda şairin şiirlerinden örnekler vererek anlatılmış. Özellikle ilk intihar girişimi ile ölümle sonuçlanan ikinci girişimi arasında yaşanan olaylar, kendini git gide ölümüne yaklaştıran sebepler ve ölmekten son anda vazgeçmiş olması ihtimali çok vurucu.
Yirmisinde kararlıydım ölmeye
Ve döndüm geri, geri, geri sana.
Kemiklerim aynı işi görür sanmıştım.
Sylvia Plath

İntiharın dünya tarihi içinde ne gibi evrelerden geçtiğini anlatan ikinci bölümde, Avrupa'nın intihara bakışındaki değişimi görüyoruz. Eski Roma'da bir nevi itibar vesilesi olan intihar, Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte başka bir boyuta geçer ve bütünüyle kötü karşılanır. Hatta intiharla ölenlerin, cenaze töreni yapmaları ve yas tutmaları bile yasaklanır. Bu durum Ortaçağ'da da katlanarak devam eder. Fransız Devrimi ve Aydınlanma ile konu tartışma açılır ve hukuki düzenlemeler yenilenir. Zamanla psikiyatrların, sosyologların biricik konusu haline gelir ve bilim dalı olarak görülmeye başlanır. Bu, intiharın kirli geçmişini temizler ve ona bir saygınlık kazandırır. Yazılanları kısaca böyle özetleyebiliriz.

Üçüncü bölüm yanlış bilinen doğrular ile başlıyor ve aslında bu kısım bana bir hayli şaşırtıcı geldi. Sanılanın aksine, intiharların sonbahar ve kış mevsimlerinde değil, baharda- doğa canlanırken- daha sık gerçekleşmesi, Romalıların intihara tiksintiyle ve korkuyla bakmaması gibi bilgiler... Sokrates'in, Freud'un konu hakkındaki sözleri, aforizmaları kitaba derinlik katmış diyebiliriz. Ayrıca çeşitli kuramlardan ve intihar duygusunun kişide nasıl oluştuğundan bahsedilmiş. Freud'un intiharı herkeste bulunan insani bir dürtü olduğunu belirten sözlerinin yanında, intiharın hayata tutunamamış insanların- melankoliklerin- bir yardım çığlığı olduğu görüşü de irdelenmiş

Dördüncü bölümün konu başlığı: İntihar ve Edebiyat. Bu kısmın edebiyatta intihar değil, yani edebi eserlerdeki karakterlerin intihar algısı değil, intihara meyilli edebiyat insanlarının hayatları ve bu konuyu ne gibi yansıttıkları üzerine olduğu bilgisi, bölümün başında verilmiş. Ardından Dante, John Donne, William Couper, Thomas Chatterton gibi şahsiyetlerin şiirlerinden ve aforizmalarından örnekler vererek, edebiyatın intihara yaklaşımının süreç içinde nasıl değiştiği, özellikle 20. yüzyıldan sonra intiharla hayatına son veren kişinin kahramanlaştırıldığı üzerinde durulmuş. Bu bölümde, dadaizm hakkında da geniş bilgi mevcut. Dadaizmin her şeyi yok sayan felsefesinin intiharı teşvik ettiği ve kendinden sonraki popüler akımlara, içinde barındırdığı özgürlük ve isyankarlık aşkıyla nasıl yol gösterdiği açıklanmış.

Kitap genel olarak intiharı her yönüyle bilmek isteyen herkes için çok faydalı. Hiçbir normal insan, intiharı her yönüyle bilmek istemeyeceğine göre, tüm anormallere selam olsun buradan. Ben keyifle okudum.

"Yıkma tutkusu aynı zamanda bir yaratma tutkusudur."- Mikhail Bakunin
"Farklılıklar değildi sorun, katlanılmaz benzerliklerdi."
"Yaşam oyunundaki küçük payda, belki hayatın kendisi riske sokulmazsa hayat çekiciliğini yitirebilir."- Freud
"Tam şizofren bir şekilde, ele güne karşı çektiği acıya sırtını dönüp onu yok sayabileceği halde, gerçekte mutlu olmadığını ama mutluymuş gibi davrandığını düşünürdüm. Ama belki de böyle yaparken mutsuzluğunu kontrol altında tutuyordu, çünkü onu yazabiliyordu, çünkü o yılgılardan dehşetli güzel bir şeyleri kurtardığını biliyordu. Buna dayanamayacağını anladığı an, son geldi."
"Hafifliğe gelemiyorsanız, eğlencelere katılmamalısınız."- Atasözü
"Ölüm kişinin kendi isteğiyle gerçekleşiyorsa bir protesto biçimidir."
"Eğer yaşam ölçüyü kaçırırsa, intihar makul ve haklı bir davranış haline gelir."
"İçsel baskı katlanılmaz olunca sorun biri kendini öldürmeli mi öldürmemeli mi değildir artık, bunun en büyük onur, yüreklilik ve güzellikte nasıl yapılacağıdır."
"İntihar anormal koşullara gösterilen normal bir tepkidir."
"Yaşama nedeni, aynı zamanda iyi bir ölüm nedenidir."- Camus
"Bir başkasını öldürmek istemeyen ya da en azından ölmüş olmasını dilemeyen hiç kimse kendini öldürmez."- Freud
"Yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarını dinle- son saatteki ölüm çırpınışlarına bak ve sonra, böyle başlayıp biten şeyin zevk verip vermediğini söyle."
"Yalnızca birtakım sıkıntı ve zorlukların böyle bir şeye yol açtığına inanmak isterdim. Ama eğer dürüst olmam gerekirse, geriye baktığımda hatırladığım tek şey bir yaşam biçimi oluşudur."

 

11 Eylül 2012 Salı

Hücre


Brooklyn'e Son Çıkış'ın da yazarı Hubert Selby Jr., Hücre ile, hapsedilmiş bir adamın yalnızlıktan ve anlaşılamamaktan doğan bunalımına, bilinçaltında yarattığı hastalıklı düşlere, insanlara ve inanılmaz olaylara dahil ediyor okuyucuyu. Yeraltı edebiyatının en sert- hatta rahatsız edici- haliyle, tüyleri diken diken eden bir dizi saçmalık(!) konudan konuya atlayarak ve kafa karıştırıcı bir anlatımla buluşmuş. Bir tecavüzün ardındaki sır perdesi ile haksız yere polis şiddetine maruz kalan bir adamın birbirine paralel ilerleyen öyküsü... Ve diğer yandan, tüm bunların aslında hücre hapsinin sebep olduğu halüsinasyonlardan ibaret olduğu şüphesi, kitap boyunca okuyucuyu tedirgin ediyor.

Yeraltı imajının hakkını fazlasıyla veren- hatta şuana kadar okuduklarımın içinde en çok veren- kitap olduğunu düşünüyorum Hücre'nin. Üstelik de bunu, tek bir ana karakter üzerinden anlatarak başarmış. Karakterin öfkesi hikayeye hakim durumda; ona haksızlık edenlere öfkeli, yakasını bir türlü bırakmayan geçmişe öfkeli, paslı aynasına her baktığında gözüne çarpan sivilceye öfkeli, kendini "evden kovulmuş kimsesiz bir çocuk gibi" hissediyor oluşuna öfkeli, mahkemede onu bir türlü doğru düzgün savunamayan avukatına öfkeli... Tüm dayanma gücünü de bu öfkeden alan, güçlü bir yapısı var ve her şeye rağmen, hakkını bir gün mutlaka arayabileceğine inanıyor. (Ya da inanmıyor.)

Eğer okumazsanız, çok da bir şey kaybetmezsiniz. Hatta psikolojinizin bozulmamasını istiyorsanız, bence okumayın.

"Giderek daha derinlere daldı kendi içinde ve nefretin ferahlatıcı gücüne sarıldı."
"Evet, ben tek başıma naçizane bir birey olabilirim ama içimde doğruluğun gücü var; doğruluk bayrağını ölüm kapılarına kadar taşımış onca insanın gücü."
"Bazen kendimi kimsesiz bir çocuk gibi hissediyorum. Evden çok uzaklarda."

17 Ağustos 2012 Cuma

Bu Salı

Kitabın yazarı Wolfgang Borchert, yirmili yaştakilere, bir insanın kendi düşüncelerini ifade etmesinin ne denli ağır bir bedel ödemek gerektirebileceğini anlatmak amacıyla yazmış. Borchert, İkinci Dünya Savaşı'nde Rus cephesinde savaşmış ve savaşın atmosferinden bir hayli etkilenmiş bir yazar. Hikayeleri, hep bu isyanı dile getirmeye, hep savaşanların masum taraflarını göstermeye yönelik birer başkaldırı niteliğinde. Zindanlarda, hapishanelerde geçen ömrü, yirmi altı yaşındayken son bulan Borchert, yazı yazmak için yalnızca iki sene zaman bulabilmiş. Nasyonal sosyalizme karşı olduğu herkesçe bilindiğinden, az vakti kaldığını kendisi de bilmekteydi ve bu sebepten, hızla- zamanla yarışırcasına- yazmış bir yazar... Onun savaşın hem sıcak hem de soğuk yüzünü, gencecik ve ne uğruna çarpıştığını bile bilmeyen, sıla hasretiyle, açlıkla mücadele eden askerleri, ölenlerin ardında kalan gözü yaşlı anneleri ve çocukları anlattığı, samimi öyküleriyle tanıyoruz.

Bu Salı, "Karda, Temiz Karda" ve "Ve Kimse Bilmiyor Nereye" adlı iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümün içinde de, genellikle kısa hikayeler yer alıyor. "Karda, Temiz Karda" isimli ilk bölümde, hikayeler bizzat savaşın içini, Rusya'nın dondurucu soğuğunda, karlar içinde nöbet tutan askerleri; öldürmek istemediği halde öldüren insanların içler acısı durumlarını, ustalıklı bir durum öykücülüğü havası içinde anlatıyor. Tekrarlamarla dolu, her kelimenin hakkını veren, sahici bir anlatımı var yazarın kitap boyunca. "Ve Kimse Bilmiyor Nereye"deki öykülerde, savaş biraz daha geri plana itilmiş ama etkisi yine de hissediliyor. Bu bölümde daha ziyade, savaştan kurtulan erlerin, çavuşların psikolojik bunalımları, babasını yitiren çocukların hali ve ülkenin harp sebebiyle yaşadığı genel kıtlık aktarılmış. Tüm bu yaşananların yanında, zevk içinde, dünyadan bihaber yaşayan orta sınıf ya da zengin kent insanlarının duyarsızlığı, kopuk yaşantısı, çok yerinde ve isabetli bir şekilde eleştirilmiş.

Özellikle yirmili yaşlarında olanları, Borchert'i okumaya ve anlamaya çalışmaya davet ediyorum.

"Sanki hayalettiler de teni kostüm seçmişlerdi kendilerine ve bir süre insancılık oynuyorlardı."
"Beyinleriyle alay için ve yüreklerine işkence olsun diye yaşam tarafından asılmışlar."
"Çünkü başka her şey savaş karşısında bir gevezeliktir sadece, çünkü hiçbir sözcük, hiçbir şiir ve hiçbir vezin yoktur onun için ve ona dayanacak, onun zincifre kırmızısı kükreyişinden dağılıp dökülmeyecek hiçbir şiir ve hiçbir oyun ve hiçbir psikolojik roman yoktur."
"Sona gelince, hayattaki bütün gerçek sonlar gibi: Yavan, sözsüz, çarpıcı."
"Beni asla yalnız bırakmayacaktın anne. Artık bir araya gelemeyiz. Dünyada gelemeyiz. Asla yapmayacaktın bunu. Hani tanımıyor değildin geceleri. Gecelerin ne olduğunu biliyordun. Ama beni çığlıklayıp attın işte içinden. Çığlıklayıp attın içinden ve gecelerle dolu bu dünyaya saldın. Ve o gün bugün her tıkırtı bir hayvandır gecede."
"Babam bana ihanet etti ve annem itip uzaklaştırdı beni kendinden. Beni yalnızlığa çığlıkladı. Öylesine korkunç bir yalnızlığa. Öylesine yalnızlığa. Şimdi uzun yol boyunca yürüyorum. Yol dünyanın dalgasından sallanıyor."



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kasabanın Sırrı

Robert Crichton'ın kaleme aldığı bu romanla, İtalya'daki Santa Vittoria Kasabası'nın masum olduğu kadar güçlü, daima işbirliği içindeki sade yaşantısına; üzüm bağlarında ve şarap tüccarlığı ile geçen ve bundan başka türlü bir hayatı düşünmeyen, köylü halkına dahil olacaksınız. Onların hasat zamanı, yüce bir görev duygusuyla gerçekleştirdiği gelenekleri- dansları, türlü oyunları, müzikleri- ile masumiyeti göreceksiniz. Ve bu masumiyetin, Nazi Almanyası'nın askerleri ile gölgelenişini... Çünkü Alman Yüzbaşı von Prum'un kasabaya geleceği endişesi, onları beraberlik gerektiren zorlu bir yola sürükler, şaraplarını kaybedecekleri endişesi, ölüm korkusunun bile ötesine geçer. Santa Vittoria halkı, gerekirse ölmeye hazırdır ancak şaraplarının muhakkak kendilerinde kalmasını sağlamak zorundadır çünkü şarap onlar için, hayatın diğer adıdır. Böylelikle, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm halk, Almanlar kasabayı işgal etmeden evvel, gizli bir duvar örerek şarapların çok büyük bir kısmını gizlemeyi başarır. Ve her ne olursa olsun, bu sırrı açık etmeyeceklerine gizlice yemin ederler. Kasabanın başkanı İtalo Bombolini, halkın bu konudaki hassasiyetinden emin ama gelecekten endişeli bir halde, Almanların gelişini bekler, tüm halk ile birlikte.

Bu noktada hem Bombolini'den hem de Yüzbaşı von Prum'dan özel olarak bahsetmek istiyorum çünkü bu ikisi, hikayenin gidişatında ve aslında tüm anlatının temelinde, önemli karakterler. Bombolini, evvelden kendisini "soytarı" diye çağıran halkına karşı, en çok da kendine karşı, büyük bir zafer elde ederek başkan olmuş ve üstünlüğünü kabul ettirmiş bir halk kahramanı niteliği taşır. Çünkü, halkın o güne dek farkında bile olmadığı sorunları keşfedip çözen, eşitlikçi, hatta sosyalist özellikler taşıyan bir başkandır. Öyle ki halk ona "kaptan" lakabını uygun görmüştür. Yani, şarapların saklanması mevzusundaki sırrın, böylesine büyük bir kalabalık tarafından, en ufak bir şüphe uyandırmayacak şekilde gizlenebilmesi, Bombolini'nin verdiği güven duygusuyla yakından ilişkilidir. O Almanlara karşı kazanacağı zaferin kokusunu önceden almıştır. Diğer yandan, yüzbaşı von Prum'a gelince, o, Hitler'in kanlı kıyımlarına karşı duruşu ile dikkat çekmektedir. Santa Vittoria'yı, halka iyi davranarak, onların gönlünü kazanarak elde edeceğini ve böyle bir durumda İtalyan halkının şaraplarını zaten ona teslim edeceğine inanmaktadır. Bu yüzden, yanına on kişiden bile az bir ekip alarak, neredeyse temiz denebilecek duygularla ayak basar Santa Vittoria Kasabası'na. Bu yüzden olsa gerek, Bombolini ile von Prum, en baştan itibaren iyi anlaşırlar. Halk, şarapların sırrını açık etmez ve von Prum da halka güvenir. Ta ki, Alman yönetiminin kasaba hakkındaki araştırmaları, kasabada daha çok şarap olduğu gerçeğini açığa çıkarana kadar. İşte ondan sonra, halk ile von Prum arasındaki güven sarsılırken, olaylar da büyümeye başlar. Von Prum, "Kansız Zafer" adını verdiği planının artık işlemediğine inanmaya başlar.

Hikayede beni etkileyen şeylerden biri de, Hitler'in tutkusuyla von Prum'un "mahvettiği" işi düzeltmek üzere gelen Alman kuvvetlerinin, Santa Vittoria halkına yaptıklarıdır. Tanrının seçtiği düşünülen beş kişi, diline, ayak parmaklarına, cinsel organlarına teller bağlayarak elektrik verilmesi; çırılçıplak soyularak tırnaklarının çekilmesi gibi işkencelerden geçirilir. Ve en şaşırtıcı olan da, böylesine büyük bir acıya rağmen, halkın hala sırrı saklamadaki ısrarıdır. En sonunda von Prum, işkencenin de bir işe yaramadığını, halkın hala şarapların yerini söylemediğini görünce, bir kişiyi rehin olarak seçmeye ve eğer konuşmazsa, onu öldürmeye karar verir. "Kansız Zafer"den vazgeçeli çok olmuştur ve şimdi artık tek isteği, kendini haklı çıkarmak, aşağıladığı İtalyan halkına karşı üstünlük sağlamaktır. Bundan sonraki gelişmeler iyice karmaşık bir hal alır.


"İnsanlar büyük şeylerde kendilerini kandırmaya hazırdırlar ama ayrıntılarda ender olarak böyle davranırlar."
"Aptalları alkışlamak topluluğun huyudur."
"Akıllı lider, çıkarlarına zararlı olacağı zamanlar sözüne sadık kalmak zorunda değildir!"
"Bir çok konuda halkı kandırabilirsin ama, yalnız bir aptal halkı para konusunda kandırmaya kalkacak kadar aptallık edebilir."
"İyilik yapıldıktan sonra, kötülük yapılmadan önce anlaşılır.."
"O anda mutluydum. Neden olduğunu bilmiyorum ama, bu bazen bana hayatımın en mutlu anıymış gibi gelir. Başka zamanlar bunu en mutsuz anım olarak görürüm, çünkü bu beni kendimden belki de ebediyen kopardı."
"Bir gün aslan olarak yaşamak, yüz yıl kuzu olarak yaşamaktan iyidir."
"Herkes yumurtayla omlet yapabilir. Yumurtasız omlet yapmak için büyük insan olmak gerekir."
"Her insanı yağlamayla elde etmek mümkündür, hatta Tanrı'yı bile. (Zaten dua nedir ki?)"
"Yalan gerçeğe benzemek için inceden inceye işlenerek yaratılırdı ama, gerçek sadece kaba olduğu için iyi bir yalanın her zaman gerçekten daha iyi olacağını bilmesi gerekirdi."
"Bazı amaçlar için acının doğurduğu güçlük; sonunda kendi kendini yenilgiye uğratması, acıyı çeken insan tarafından hissedilse ve anlaşılsa bile artık ne vücudun ne de duyuların tepki gösteremeyeceği bir noktaya ulaşmasıdır."

Not: Kasabanın Sırrı, 1969 yılında filme alındı. Baş rollerinde, Anthony Quinn, Anna Magnani, Virna Lisi gibi isimler oynadı. Filmi izlemediğim için hakkında yorum yapamayacağım.


7 Ağustos 2012 Salı

Yalnızlığa Övgü Üzerine

Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
Özdemir Asaf

Gecenin bir vakti, Özdemir Asaf''ın Yalnızlık Paylaşılmaz isimli kitabını kurcalarken, bu şiirle mest oldum ve paylaşmak istedim. Mutluluk ile yalnızlığın, içe içe geçmiş, şahane bir tasviri bu şiir. Şair yalnızlığa methiyeler düzerken, mutluluğun insan hayatında hep uçucu, geçici ve asla yalnızlık kadar önemli olamayacağını çünkü "bencil" bir duygu olduğunu anlatmış. Öyledir gerçekten de. Mutluluğa alışan biri- ya da mutlu olduğunu sanan biri- yalnız kendi keyfini düşünür. Bu bağlamda, "mutluluğun kedisi doğurmaz" tabiri çok şık ve yerinde olmuş. "İç içe geçmiş" bir anlatım dedim ya, baştan beri hissettirilen bu duygu, son kıtada daha bir belirgin: Mutluluğun sona erdiği noktada, yine yalnızlık ile baş başa kalacağımız ve her ikisinin de bir gün gelip tükeneceği duygusu... Ama tükenmişliklerinin arasında küçük bir fark var: Mutluluk, toprağın altında, hiç kimselere gözükmezken; yalnızlık tükense bile, gözler önünde...
Özellikle kelime oyunlarından hoşlanıyorsanız, Özdemir Asaf'ı tavsiye ederim, şiirlerinin farklı bir lezzeti var.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Tehlikeli Düşünceler

Laurent Lelouch'un ilginç ama diğer yandan da eksikliklerle dolu bir tarzı var bence. Kitap, düşünceleri okuyabilen Nathan'ın çocukluğundan itibaren yaşadığı sıradışı serüvenin içine dahil ediyor okuyucuyu. Fakat Nathan'ın yaşadıkları, gerçekçilikten bir hayli uzak; bu uzaklık yazarın hayalgücüyle ve kurgu yeteneğiyle harmanlanınca, aslında epey keyifli oluyor. Yine de olay örgüsünü, takip edilmesini güçleştirecek derecede hızlı buldum ben. Ve bu denli "tarih" kokan bir kitabın, o dönemin siyasi yapılanmasıyla, toplumuyla alakalı daha çok bilgi içermesi gerektiği kanaatindeyim. Okuyucunun, zaten her şeyi bildiğini varsayarak yazmak doğru mudur? Bir romanın alt metnindeki gerçek kişileri ve olayları, okuyucu mu araştırmalıdır; yoksa bu da yazarın görevi midir? Bunlar ayrı bir tartışma konusu. Gelelim hikaye hakkında konuşmaya...

Nathan'ın gizli yeteneği, ailesi tarafından, henüz çocukken keşfedilir ve ailesi, onun psikolojik olarak hasta olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini düşünür. Böylece onu, Freud'un yanına yollar. Böylece ailesinden ve köyünden ayrılan Yahudi Nathan; uzun soluklu bir yolculuğun içinde bulur kendini. Freud ile görüşmelerinde, düşünceleri okuyabilmesinin kesin tedavisini bulamaz elbette. Freud ondan, çocukluğuyla, cinsel deneyimleriyle ilgili konuşmasını ister ve bu, Nathan için gereksizdir. Freud'un yanından kaçar. Berlin'de, yeteneği sayesinde sihirbazlık yaparak para kazanır. Ününün tüm Almanya'ya yayılmasının bedelini ise ağır öder. Hitler'le görüştürülür ve onun düşüncelerini okuması istenilir kendisinden. Bu esnada gerçekleri söylediği için, Hitler kendisinin kulağını keser. Yahudi olduğu anlaşılınca işkencelerden geçirilir. Nathan, buradan da kurtulur ve aşık olduğu, dilsiz bir kızla beraber, bu kez Suriye'ye kaçar. Yeteneği orada da siyasiler tarafından kullanılır. Kudüs'te Mossad ajanlığı yapar. Ve en sonunda kendini New York'da, tanımadığı insanlara kendini anlatırken bulur.

-Çocukluğumun, unutulmaktan kurtarılmış bir yığın anı olduğu şu noktada, kendi kendime sormaktayım: hiç yaşandı mı bütün bunlar? Yoksa bir çılgınlık nöbetinin ürünü müydü hepsi?
-Bir robot gibi yaşadım, hiçbir şeyden zevk almadan. Gösteri yavaş ilerliyordu. Kafam normal çalışıyordu da yüreğim bunu anlamıyordu.
-Herkesi ayrı ayrı mutlu etmem için, benim tümüyle ortadan kalkmam yerinde olurdu.
-Gözkapaklarım kapalı mı ya da gözlerimi iri iri açmış mıyım onu bile bilmiyordum. Hiçbir şeyin bilincinde değildim. Yaşıyor muydum, ölmüş müydüm? İki tarafı da idare ediyordum.

3 Temmuz 2012 Salı

Çehov'dan Seçme Öyküler

Epsilon Yayınları'ndan çıkan bu kitapta Çehov'un, Kara Keşiş, Asma Katlı Ev, Köylüler, Böğürtlen ve Oyuncak Köpekli Kadın adlı hikayeleri yer alıyor. Genel itibariyle, kırsal hayatı, şehirli insanın kırsala duyduğu özlemi anlatıyor, kendiyle çatışan ve kararsız karakterleriyle dikkat çekiyor öyküler. Ve tabii, durum öykücülüğünün tüm özelliklerini de görmek mümkün.

Kara Keşiş, bana kalırsa, en çok Rus sözlü edebiyatına dair örnekleriyle, öykü içine yedirerek verdiği bilgilerle öne çıkıyor. Aşka ve kadınların genel sorunlarına yüzeysel olarak değindiği için biraz eksik olduğunu düşündüm anlatılanların. Sonundaki ölüm hadisesi, öyle ani, öyle birdenbire gerçekleşiyor ki, okuyucunun durumu anlamlandırması ve sindirmesi zor oluyor. Yine de sırf şu sözler için bile okunmaya değer: "Bilginler, dehanın delilikle ittifak içinde olduğunu söylüyorlar şimdilerde. Sadece sıradan insanlar, yani sürü, iyi ve normaldir."

Asma Katlı Ev, hüzünlü bir aşk hikayesi. Tembel olduğunu ve sürekli dinlenmekten başka yapacak hiçbir işi olmadığını düşünen bir ressamın aşkı anlatılıyor. Bir yandan da işsizliğin, kayda değer bir şey yapmamanın, aslında insana iyi geldiği, gerçekte "çalışmak" adı altında insanoğlunun kendini harap ettiği ve tüm bunların bir sistemin parçası olduğu görüşü hakim hikayeye. Tembelliğin felsefesi yapılmış, diyebilirim.

Köylüler, hastalandığı için bir süreliğine eşini ve çocuklarını alıp köyüne dönen bir adamın ve köyde yaşanan olayların hikayesi. Yoksulluk ve bu yoksulluğun içindeki insanların hristiyanlığa olan güçlü inancı ve aşk konuları, yalın bir anlatımla aktarılmış.

Böğürtlen, Ivan Ivaniç adlı karakterin kardeşi hakkındaki konuşmasından oluşuyor büyük oranda. Kardeşi, açlık ve fakirlikle uğraşırken zengin olmayı kafasına koyar ve bu uğurda da en büyük hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Girdiği işlerden kazandığı tüm parayı bankaya yatırır, neredeyse hiç para harcamadan hepsini biriktirir. Çiftliğinde bulunmasını istediği en mühim şey, böğürtlen çalılığıdır. Böğürtlene karşı büyük bir sevgi duymaktadır. En sonunda, tam da istediği gibi bir çiftliğe kavuşur. Ivan Ivaniç, kardeşinin çiftliğini ziyaret ettiğinde yaşadıklarını ve hissettiklerini uzun uzadıya anlatır. Hikayede, insanın özgürleşmesi ile doğaya dönmesi arasında ve mutsuzluk ile mutluluk arasında bir bağlantı kurulur.

Oyuncak Köpekli Kadın'ı en sevdiğim aşk hikayelerinden biri olarak zihnime kaydettim. Gomov, bir akşam dolaşırken, elinde köpeği olan, şapkalı, şehirli bir kadın görür ve ondan çok etkilenir, tanışmak ister. Zaman içinde tanışırlar. Kadın da Gomov'u sevmeye başlar. Ancak ikisi de evlidir. Üstelik kadın, Gomov'dan uzak bir şehirde yaşamaktadır ve Gomov'un bulunduğu şehre seyrek aralıklarla gelmektedir. Uzun süreli ayrılıklar, acı ve özlem duygusunu tatmalarına neden olur. Bir yandan da eşlerini aldattıkları için vicdan azabı çekmektedirler. En sonunda, üzülerek de olsa, ayrılmak mecburiyetinde kalırlar. Çünkü şartları değiştirmenin imkanı yoktur.

Kitaptan bazı bir şeyler:
"Bir insan entelektüel ve moral gelişmesinde ne kadar yükselmişse o kadar özgürdür. Yaşamın kendisine sunduğu zevkler o kadar büyüktür."
"İnsan bir misyonu olduğunu bir kere anladıktan sonra ancak dinle, hizmetle, sanatla tatmin olur, öyle boş şeylerle değil."
"İnsanın iki metre toprağa değil, bir çiftliğe değil, dünyanın tümüne, özgür ruhunun bütün niteliklerini özgürce gösterebileceği tüm doğaya ihtiyacı vardır."
"Her mutlu insanın kapısında elinde çekiçli biri olmalı, ona mutsuzların da olduğunu, ne kadar mutlu olursa olsun, yaşamın er geç pençelerini göstereceğini ve başına hastalık, yoksulluk, kayıp gibi bir talihsizlik geleceğini, şimdi nasıl o başkalarını görmeyip duymuyorsa, başkalarının da onu göremeyeceğini ve duymayacağını hatırlatmalıdır."
"Mutluluk yoktur ve olmamalıdır; yaşamda bir anlam veya amaç varsa, bunlar bizim küçük mutluluklarımızda değil, mantıklı ve büyük şeylerdedir. İyilik yapın!"